MİSAFİR DUYGUSUYLA YAŞIYORUM BU DÜNYADA (DEVAM) | ||
Senin
edebi türünün,yazın türünün geçmişteki örnekleri üzerine bir şeyler
söyleyeceğim. Mesela, en eskiden başlayalım: Osman Cemal Kaygılı,
Afif Yesari, Memduh Şevket Esendal, yakınlara geliyorum, Yaşar
Kemal’in öykü röpörtajları, ki onlar çok ilgi görmüştü. Sonra
Fikret Otyam’ın röportaj ve öykü röportajları, onlarla bir bağ
kuruyor musun? Gelenekteki bağını nerede görüyorsun? Doğru saptamalar. İlk dönem için 90’lı yılların
ortalarına kadar Memduh Şevket Esendal örneği doğru. Yaşar
Kemal’in öyküleme tekniklerinin etkisi, röportaj teknikleri ilk dönem
yazılarım için söylenebilir. Ama 90’ların ortalarından sonra değişim
geçirdim. Farklı temalara yöneldim. İç dünyayı sorgulamaya başladım.
Çelişkileri,insanoğlundaki o sır
dolu ve karmaşık ruhsal labirentleri, girdapları yazmaya başladım.
Ama ilk dönemim için bu isimler doğrudur. Bir anlamda Sait Faik de beni
çok etkilemiştir. Küçük insanların dünyaları, o içsel çatışmalar,
sevgi ve iyilik arayışı. Büyülü gerçekçiliğe daha yakın olduğumu
düşünüyorum. Hem sıradan insanlar var, hem günlük yaşam var, düşsellik,
şiirsellik, akıldışı ama ‘gerçekten daha gerçek olan’ öğeler
var. Beni etkileyen bu yazarlara, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Vüsat O.Bener’i
ve Oğuz Atay’ı da ekleyebiliriz. Bende şiirsellik daha çok ağır
basmaya başladı. Öykü şiirselleşti, öykü ya da denemenin temel taşı
imge oldu. İmge öne çıktı, çağrışım gücü yükseldi. Bunlardan
yola çıkarak yeni birtakım etkiler de oluştu. Ama şiirsellik, yazılarımın
temeli oldu. Şiirsel olmayan hiçbir metni okumuyorum zaten. Bir düşsellik,
masumiyet geldi. Ama yine öyküleme teknikleri, röportaj teknikleri var,
türler arası bir yolculuk yaptım ben. Hiçbir yere koyamıyorum yazdığım
şeyleri, ne öykü, ne deneme, ne şiir, ne şiirsel metin, ne röportaj.
Hepsinden kimi özellikler aldım. Bir dönem röportajlar yaptım, bir dönem
deneme yazıları yazdım, bir dönem gezi yazıları yazdım, gazete
yorumları yaptım, hepsinin etkisi böyle bir kıvama getirdi beni. Üsluptan bahsettik. Orhan Koçak senin için yazdığı
yazısında, Cezmi Ersöz’ün üzerine gittiği konuyu kişisel bir
deney gibi yaşadığını, konu ve nesnenin duyan varlığı üzerinde
bir iz bıraktığını söylüyor. Cezmi Ersöz’ün üslubu nesnenin
zorlamasıyla oluşan bir üslup mu? Kendimden ve belli bir birikimin sonucunda oluşuyor bu
refleks. Çok da özel bir çaba harcamıyorum, ama kendimi olayın bir öznesi
olarak görüyorum. Yaşadıklarımı, gördüklerimi ve beni etkilemesi için
kendimi maruz bıraktığım kimi tanık olduğum olayları iç dünyamdan,
düşlerimden, vicdanımdan, yeniden ve bir daha geçirerek, dahası
evrenselleştirerek yazıyorum. Bu da çok okunması için önemli bir
neden oluyor. Bir kere sen verimli ve çalışkan bir yazarsın. Bunda
yazarlıkla geçiniyor olman da etkili. Yaşanmışı yazan bir yazarsın.
Bunda yazarlıkla geçiniyor olman da etkili. Yaşanmışı yazan bir
yazarsın ve çoğu da senin başından geçmiş durumda. Burada bizim eleştirimiz,
kendini, kendi edebiyatının nesnesi yapmış olman. Kendini edebiyatının
nesnesi yapmış olunca seni izleyen kitle seninle birlikte kederleniyor.
Belki senden daha hazırlıksız yakalanıyor. Buradaki sentimantalizm,
duygusallık eleştirisi bizim sana yönelttiğimiz eleştiri. Kendini
edebiyatının kahramanı yapıyorsun ve bu kahraman zaman zaman eleştiriliyor. Geçim kaygısı doğru. Çok fazla yazıyorum o da doğru.
Aslında edebiyat konformizm ister. O konformizm yok hayatımda. Bir süre
dergilerde yazmasam ciddi bir geçim sıkıntısına düşerim herhalde.
Ayrıca birilerinin emri altında çalışmak istemiyorum. Burnumu sürtmek
isteyen çevreler var. Onlara bu hazzı tattırmayacağım. Dolayısıyla
kitaplarımın okunması lazım. Bu benim için özgürlük meselesi.
Yazarlık bana özgürlüğümü getiriyor aynı zamanda. Aşkı çok vurguluyorum elbet. Gerçi aşka çok büyük
vurgu yaparken aynı zamanda aşkın içindeki tuzakları, olumsuzlukları,
yanlışlıkları da vurguluyorum. Duyguların, hayatın acımasızlığı
karşısında kaybolup gitmesinden çok korkuyorum. Kendimi edebiyatımın
nesnesi yapmaktan da rahatsızlık duymuyorum. Birçok edebiyatçı böyle
yazmıştır. Bu bir tarzdır. Hayata bakış açısıdır. Beni edebiyat
yapıtları arasında en çok etkileyen kendisini metnin nesnesi yapan
yazarlardır. Günlük okurum, mesela Fikret Ürgüp’ün “Dosdoğru Günlük”ü
beni çok etkilemiştir, çok sahicidir, çok dürüsttür. Yazarlardan
bunu bekliyorum ve bu yüzden kendim de bunu yapıyorum. “Sol”dan gelen eleştirilerde kitleyle bağ kurma biçimin
ele alındı. Bu olumsuz eleştirilerinin altında onların yeni bir
edebiyat projesi geliştirememiş olmaları mı yatıyor? Evet geliştiremediler, insanlarla bağ kuramadılar. Biraz
da kırılganlığa tahammülleri yok galiba. Kol kırılır yen içinde
kalır tavrı var. Oysa biz bunun acısını çok çektik. Birbirimizi tanıyamadık,
her şeyi idealize ettik. Bunun sonucunda yapay, karton kişilikler ortaya
çıktı. Asıl hayal kırıklığı yaratan da bu. İnsanlar hayata hazırlıksız
yakalandılar... Özellikle gençler. Artık gençler çok erken olgunlaşıyor. Hayat bunu dayatıyor
çünkü. Çok acımasız bir hayatla karşı karşıyalar. Bizim gençliğimiz
o kadar zor değildi. Kapitalizm, devlet, insan ilişkileri, teknoloji,
rekabet onlara çok acımasız şartlar hazırlıyor. Dolayısıyla belki
yıpranıyorlar, ama duygusal, düşünsel bir zemin kurmayı da önemsiyorlar.
Bir okuruma mektubunda bana şöyle yazdığını bilirim: Sayende intihar
etmekten döndüm. Gençler çok yalnız, çok savruluyorlar, sistem
onlara çok acımasız tuzaklar hazırlıyor. İntiharın kıyısında yaşayan,
bunalımlı, depresyonlu çok sayıda genç var. Ve kendilerini yalnız,
çaresiz hissederken kendileri gibi bir kişinin daha olduğunu görünce
inanılmaz bir sevince kapılıyorlar. Peki, ‘yazdıkların beni depresyona, kedere itti,
intiharı düşündüm’ diyen oldu mu? İntihar demediler de, şunu diyen oldu. Çok ilginçtir bu
olay: Bergama’ya gitmiştik. Orada gençten biri oğlan, pazarlamacıymış,
yanıma geldi. “Cezmi abi, senin yazılarını okuduktan sonra pazarlama
yapmaya çıkamıyorum, kadınları kandıramıyorum, senin yüzünden
ekmek paramdan oldum” dedi. Yani aldatamıyormuş o insanları. “Seni
okumayacağım artık çünkü aç kalacağım” dedi. Beni okuyunca daha
sahici ilişkiler, daha dürüst ilişkiler kurmaya çalışıyorlar. Bir eleştiri daha var: Cezmi Ersöz’ün sorunları yüzeye
çıkardığını, onları gösterdiğini ancak çözüm önermediği söyleniliyor.
Cezmi Ersöz’ün neden çözüm önermediği düşünülüyor? Bu da ortodoks solun klasik eleştirilerinden biri. Aslında
edebiyat çözüm önermez, edebiyat hayata ayna tutar, çelişkileri gösterir.
Okura kalır oradan bir şey çıkarmak. Edebiyatın intiharıdır politik
çözüm üretmesi. O
zaman bu politik bir eleştiri. Evet politik bir söylem. Çözüm önermek edebiyatın
sonu olur zaten. O zaman politik yazılar yazardım ben. Bana yıllarca öyle
bakılmaya çalışıldı. Politik bir misyon yüklenmeye çalışıldı. Ancak dayanışmacı bir yazar kimliğini kabul edersin
öyle değil mi? Tabii. Paylaşırsın, onların dünyasına girersin, onların
sorunlarını yansıtmaya çalışırsın, onların kendileriyle konuşmasını,
kendileriyle yüzleşmesini sağlarsın. Ben onların duygularının, yaşamlarının
ne kadar değerli olduğunu onlara hatırlatıyorum. Bir yerlerde okudum: İncelenmemiş
yaşam, yaşam değildir. Yaşamlarına tekrar farklı bir gözle
bakmalarını sağlıyorum. Bir söz daha var o da çok önemli: Gerçek
bir aşk yaşamıyordu, çünkü kendisini tanımıyordu. Kendisini
tanımayan insanlar ne devrimci olabilirler, ne gerçek bir aşk yaşayabilirler,
ne de hayatlarına sahici bir anlam katabilirler. Sistem, eğitim yapısı,
insan ilişkileri, gelenekler ve tüketim toplumu ideolojisi tamamen
insanların kendilerini tanımaması üzerine kurulu çünkü. Okurlarından gelen değerlendirmeler ne yönde? Kendisine uygun okur tipleri yaratıyor kitaplar. Mesela
“Son Yüzler”i sevenler, “Yok Karşılığı Yüzünün”ü pek
benimseyemediler. Röportajlarımı, soluk soluğa yazdığım yazıları
önemseyenler var. “Kafka Market”, “Son Yüzler”, “Hayat Bir
Emrin Var Mı?” daha çok kentleri, gece hayatını, ilişkileri,
mekanları anlatan, daha gözlemci yanımın öne çıktığı kitaplardır.
Ama son dört yılda yazdığım “Saçlarının Kardeş Kokusu”,
“Yok Karşılığı Yüzünün”, “Kırk Yılda Bir Gibisin”,
“Hayallerini Yak Evi Isıt”da içsel arayışlar, duygusal temalar, çelişkiler,
karmaşa, insanın içindeki kötülük, yalnızlık, yabancılaşma gibi
temalar öne çıkıyor. Bunları önemseyenler daha çok son kitabımı
okuyorlar. Kentli, insanları, başka hayatları merak edenler, Son Yüzler’i
okuyor. Ama kitaplarımı birbirinden ayırmıyorum, hepsinde ortak bir bağ
var. Çünkü hayatın arka bahçesine bakıyorum, görüneni değil, görünmeyeni
yazmaya çalışıyorum. İdeolojik dogmalarım yok, kalıplarım yok, hazır
ölçülerle bakmıyorum dünyaya. Benim için insani gerçeklik önemli. Empatik bir sol kimliğin var diyebilir miyiz? Tabii. Hiçbir zaman kalıplarla bakmadım dünyaya, insanı
anlamaya çalıştım, insanın evrendeki yalnızlığını, yabancılaşmasını,
çaresizliğini anlatmaya çalıştım. Siyasi sloganların, ideolojik kalıpların
ardında insanların inanılmaz biçimde birbirlerine benzediklerini gördüm.
Orada ortak duygular o kadar çok ki... Kitaplarına çok güzel isimler buluyorsun, bu şair
olmandan mı kaynaklanıyor? Evet biraz ondan, bir de okurlarıma ve sıradan insanlara
sorarım, küçük bir kamuoyu araştırması yaparım. Kuaförde çalışan
kadınlara sorarım, çaycıya bakkala sorarım. Sıradan insanlar
ideolojik kaygıları olmadığı için bazı şeyleri çıplak ve yalın
kavrıyorlar. Bir örnek verebilir misin? Mesela “Saçlarının Kardeş Kokusu” olsun “Kırk Yılda
Bir Gibisin” olsun onlarca kişiye sorulmuştur. Telefonlar açılmıştır.
Diyarbakır’da bir okuruma, 15 yaşında bir insana, “nasıl buldun bu
ismi?” demişimdir. “Tamamdır”, der mesela, o olur. Gündelik hayat içinde bir yerden duyup da dönüştürüp
kitabına isim olarak koyduğun bir şey var mı? “Hayat Bir Emrin Var Mı” öyle. Cihangir’de Pürtelaş
Sokağı’nda kaldığım yıllarda, hemen her gece olaylar, kavgalar çıkardı,
polisler travestileri döverlerdi. Ben de orada çok acı çeker, ürkerdim,
çünkü o hayat benim için çok yabancıydı. Orası tanımadığım bir
dünyaydı, oradaki görüntülerden çok rahatsız olurdum, bu sokakta ne
oluyor, anlamaya çalışırdım. Çünkü çok karmaşıktı ilişkiler...
Bir gece polisler döverek sokağın bazı travestilerini götürdü. Saat
gece üç, dört gibi. Pencereye çıktım ne oluyor diye baktım, uzun
boylu, çok zayıf, uzun etek giymiş bir travesti kalın sesiyle:
“Ahmet Abi, bir emrin var mı?” diye bağırdı. Yukardan, teras katından
bir adam başını uzattı. Yok, yok, yukarıya gel diye bağırdı. Ulan dedim, bu ne ya? Ahmet abi kim? Bu saatte ne emri
olabilir? O anda bilincim bunu algılayamayacak kadar yetersizdi. Hayatın
kavranamazlığını, hayatın ele avuca gelmezliğini anladım ve Hayat
Bir Emrin Var Mı? öyle çıktı. Son bir şey soracağım, bugünlerde seni umutlandıran
bir şey var mı? Önce okurlarımdan gelen mektuplar, İstanbul ve
Ankara’daki gencecik öğrencilerin çıkardığı felsefe dergileri.
Felsefeye olan ilgi, okumaya olan ilgi beni çok umutlandırıyor. Çok olumsuzluklar yaşanıyor. Bu ülkede yaşamak son derece zor, gerçekten, azap veriyor, kan gövdeyi götürüyor. Hiçbir şeyi sonuna kadar götüremiyoruz. Her şeyim yarım yamalak. Seçimlerin sonucunu gördük. Onca mücadeleden sonra her şeye yeniden başlamak gerekiyor. Demek ki yaptıklarımızda eksik olan bir şeyler vardı. Büyük bir tahammülsüzlük ve şiddet ortamı var. Birçok şair ve yazar arkadaşım şu an cezaevinde, bunlara dayanmak hakikaten kolay değil. Dostlarımla ilişkilerim ve yolculuklarım bana umut veriyor, ama çok az, hakikaten çok az. Aslında narkoz altındayız, eğer narkoz altında olmasak çıldırabilirdik. | ||
Geri Dönüş | [Ana Sayfa][Biyografi] [Söyleşiler][Eserler] [Posta] |