MİSAFİR DUYGUSUYLA YAŞIYORUM BU DÜNYADA 

Cezmi Ersöz, 1980’lerin ortasından bu yana, adeta kendinde bir üslupla ahlaksal bir refleks gibi yansıttığı muhalefetiyle kitleselliğe ulaşmış bir yazar. Onun güncel, keskin gerçekçiliği, yer yer aşırı duygulanımlara varan ifadeleri şaşkınlık ve övgüyle karşıladığı kadar, kimi çevrelerce de naif bulundu. Konuları, tür çeşitliliği; yüz yüze diyalogcu yöntemiyle, günümüz Türkiye yazınının tartışılmaz bir gerçeği Cezmi Ersöz’le bir bakıma çileli olan bu deneyimi üzerine konuştuk.

Bireylerin dayanışma duygusunu yeniden üreten edebiyatçılığın aynı zamanda diyalogcu aydın tavrı olduğundan tespitle bunun nereden kaynaklandığı konusunda bize ipuçları verebilir misin? Statükonun dışına nasıl çıkılır? Ve bu sistemden kopma tavrını içeriyor mu?

Hem kişiliğimden kaynaklanan, hem geçmişimden devraldığım özelliklerim bunlar. İnsanlarla birlikte olmayı seven, paylaşmacı bir yapım var. Bir de vefaya çok önem veriyorum. Beni okuyan, izleyen insanlara bir vefa duyuyorum. Hiçbir zaman kendimi üst statü anlamında, ayrıcalıklı bir yazar kimliğiyle değerlendirmedim. Bir misafir duygusuyla yaşıyorum dünyada. Kendi oyununu kendi bozan bir insanım ben. Statüko zaman zaman bana şirin görünmüş olabilir. Ama böyle anlarda  ikinci ya da üçüncü hamlede statükoyla kurduğum ilişkiyi hemen yok ettim, bozdum. Boğuldum çünkü orada. Zaten statükonun içine girersem yazamayacağımı hissettim. Ancak bunun dışında kalınca bu denli yalın ve içten olabileceğimi düşündüm. Yazmayı sevdiğim için, yazımla kurduğum duygusal ve düşünsel bağı sevdiğim için statükoya asla bulaşmamaya karar verdim. Okurlarla yüzleşmenin çok hayati olduğunu gördüm. Çünkü yazmakla yetinmemek gerekiyor. Çünkü insanlar yazarın nasıl biri olduğunu çok merak ediyor. Yüzüne bakarak konuşmak istiyorlar, onun tepkilerini, reflekslerini, anlamak, tavırlarına bakmak ve bir şeyler çıkarmak istiyorlar. Çok parçalı bir dünyada yaşıyoruz, medya ve teknolojik yapı gerçekliği parçalıyor. Algılar hızla kirleniyor, gerçeklik hızla paramparça oluyor ve insanlarda bir “sahicilik susuzluğu” oluşuyor. Medyanın aldığı bilgilere güvenmiyor, inanmıyor insanların çoğu. Oradaki sosyal aktörlere, siyasi aktörlere güvenmiyor, hiç kimse ona inandırıcı gelmiyor. Geriye bir tek yazar kalıyor, sevdiği yazarın inandırıcı olup olmadığını merak ediyor. O yazıları yazan adamın nasıl biri olduğunu, nasıl yaşadığını, nasıl çay içtiğini, gerçekten yazdığı gibi içten olup olmadığını sınamak için onu görmek istiyor. Hayatını paylaşıyor, özel sorular soruyor, çıkmazlarını soruyor. Çünkü eskiden insanlarla muhatap olan kurumlar vardı, sendikalar vardı, siyasal, sosyal yapılar vardı. Bu yapılar tamamen yitmiş durumda. Bu insanlar taleplerine özlemlerine yanıt bulamıyorlar, kurumlar yok çünkü karşılarında. Karşılarına bir yazar geliyor ve ona sırlarını, tıkanmışlıklarını, okul sorunlarını, cinsel, duygusal, maddi sorunlarını, yöresel baskılarını anlatıyor, çare istiyor, görüş istiyorlar. Ben bir bağ kuruyorum ve bu kurulan bağ, yazımı geliştiriyor. Yazıyı daha inandırıcı, daha sahici kılıyor. Ve yazıyla davranışlar, günlük hayat, tavır bütünleşiyor. Bence otorite, statüko böyle kırılabilir, yani yüzleşmeyle. Yüz yüze ilişki çok daha kalıcı bağlar kurdukça bunun meyvelerini toplarız, güven ağları oluştururuz. Şunu gördüm ben, bu süreç yıllardır sürüyor, beş kişiye de konuşma yaptım ben, on kişiye de; gereğinde pazarda, İzmir Ödemiş’te karpuz sergisinin yanında imza günü yaptım. Bazen gittim kimse yoktu. Bir gün İzmir civarında bir ilçeye gittim, kimse yoktu. Akşama doğru traktörün üstünde bir çiftçi geldi, kitabımı aldı gitti. Ama gün oldu en popüler medya starlarıyla imza günü yaptım ve onların okurlarından iki misli daha kalabalıktı brnim okurlarım. Bizim televizyonumuz var diyorlardı, biz tanıyoruz, sen nereden  çıktın? Çok soruldu bana bu soru. Orada medyanın gücünün çok da abartılmaması gerektiğini düşündüm. Sağlıklı bağlar kurulursa, insanlara sahici mesajlar verilirse, inandırıcı olunabilirse, dürüst olunursa ancak medyanın gücü kırılabilir. Özellikle son seçimlerden sonra bizlere çok görev düşüyor. Artık yollara düşmenin zamanı.

Bazı yazarların ben medyaya çıkamadığım için kitaplarım tanınmıyor, satmıyor deyişlerini bu bakışla eleştirebilirmiyz?

Kararlı oacak insan, biraz cesur olacak, yılmayacak, uzun vadeli düşünecek; kendisini bu konuda koşullayacak o zaman sonuçlarını alabilir. Ama yazar Anadolu’ya gitmiyor, insanların dertlerine çare aramıyor, mektuplarına cevap vermiyor, kendisini üst konumda görüyorsa kitabının tanıtımı medyada çıkmış çıkmamış ne önemi var Ben hakkında çok yazı çıkan yazarların kitaplarının okunmadığını gördüm. Özellikle Anadolu; Anadolu’da İstanbul’a inanmıyor, merkezdeki enformasyon birimlerine inanmıyor. Hata itici geliyor. Kollanmış, pazarlanmış, ambalajlanmış duygusu uyandırıyor.

Uydu bir kültür ortamı var? Metropolde yerleşmiş, bilgi sistemi de kendinden olan, kodları olan bir uydu kültür ortamı mı var?

Yapay bir kültür ortamı var. Çok kısa dönemlerde oluşan modalar, moda söylemler var. Moda söylemlere herkes bir anda giriyor şiiriyle, sinemasıyla, öyküsüyle. Birdenbire bakıyorsunuz herkes aynı şekilde düşünmeye başlıyor. Yukardan kimi söylemler ve anlayışlar dayatılıyor dayatılıyor, bir dilsel kalıp yerleştiriliyor. Bir furya başlıyor, herkes o tarzda düşünmeye, yazmaya ve üretmeye itiliyor.

Sence bunlar Batı modalarının Türkiye’ye sokulmasıyla oluşturulan bir program dahilinde mi oluyor? Yoksa kendiliğinden delişen sosyolojik bir durum mu? Ya da bizim edebiyatçılarımızın aymazlığından ileri gelen yenilgiyle oluşan bir şey mi?

Hepsi doğru, hepsinden bir parça var.Biraz aymazlık, biraz manüpilasyon, biraz rastlantısallık, ama en çok da Batı’da ki akımların etkisi, cazibesi. Zaten Türkiye aydınının önemli bir çoğunluğu Batı’ya bakar, Batı karşısında korkunç bir aşağılık kompleksi var. Aydınımızın çoğu oryantalisttir, halkından kopuktur. Gözünü devlete dikmiştir, halka değil. Devletten daha fazla pay ister. Bu anlamda yazarların çoğu egemenliğe oynuyor. Egemenliğe oynadıkları için, egemen akımlar hemen onları cazibesi altına alıyor. Halka küçümseyerek bakarlar. ‘Beyaz Türkler’in edebiyat dergilerinde işledikleri çokça rastlanan bir tema bu. Son yıllarda bir halk düşmanlığı gelişti. Halkı yüceltmeyelim dediler ama, bu defa büyük bir halk düşmanlığı ve elitizm başladı. Peki biz kiminle değiştireceğiz ülkeyi? Kendilerini bu kadar halktan ayırıp, üstün görüp, ulaşılmaz ve kusursuz bir varlık olarak sundukları için o kültürel havuzdan dışarı çıkamıyorlar...

Peki, edebiyat merkezleşiyor, bu merkezileşme arttıkça çevre daha da taşralaşıyor mu? Ayrıca bazı kriterlerde senin için alt kültür yazarı deniliyor. Acaba seçkinci bir üst kültür edebiyatı oluşturulduğu için mi sen alt kültür edebiyatçısı olarak görülüyorsun?

Çevreyi çok hızlı taşralaştırıyor bu egemenlik merkezi. Bu çok acı sonuçlar verecek,veriyor da. Anadolu’daki adam İstanbul’daki adam gibi yazmaya başladı. Çünkü burada olmak istiyor. Burada yaşamak istiyor, buranın gözüne girmek istiyor. Doğu’yu hissetmeden yazıyor. İstanbul’da yaşayan yazarların metinlerini çoğaltıyor. Bu çok tehlikeli. Dolayısıyla Doğu’yu anlatan sahici hikayeler, sahici öyküler okuyamıyoruz. Oradaki insanın duyarlığını hissedemiyoruz. Böyle bir yabancılaşma var. Merkez dışındaki birimler hızla taşralaşıyor. İstanbul dışına çıktığında çok büyük bir ıssızlık var. Taşrada var olan potansiyel enerji dönüştürecek kurumlar yok. İstanbul’da ki güç oradaki insanları hayal kırıklığına uğratıyor ve öfkelendiriyor. Ne zaman Doğu ya da Güneydoğu’da bir yere gitsem, “niye bizimle ilgilenmiyorsunuz, neden Batı’dan yazarlar gelmiyor, neden bizim elimizden tutmuyorsunuz?” gibi sorular geliyor. ‘Bırakın İstanbul’daki aydınları ilgilenmeyin, kayıtsız kalın oraya, siz kendi aydınınızı yaratın’ diyorum. Kendi aydınını yaratma refleksini yeniden kazanmaları gerekiyor. Eğer bu gerçekleşirse çok şey değişir. Taşrada çok büyük bir kültürel, siyasal ve sosyal potansiyel var. Bu gelişmeye dönük potansiyel harekete geçirilirse İstanbul’un kültürel istilasını kırabilirler.

Hakkari’ye bir opera gitti, bir de Cezmi Ersöz. Aradaki fark ne sence?

Çok ironik bir soru bu. Bir devlet senfoni orkestrası gitmişti galiba, Mardin’e.Bir Mardinli’ye sormuşlar, nasıl buldun konseri? Demiş ki Mardin Mardin olalı böyle zulüm görmedi. Hakkari için de durum budur. Tamamen oranın kültürel değerlerine, yaşam pratiğine ters düşen kültürel bir despotizm bu. Gitsinler görsünler oraları, hiçbir sinema kalmamış, hiçbir tiyatro kalmamış. İstanbul’da ki merkezileşme kırılacaksa Anadolu’da ki kültürel rönesansla olacaktır. Yerel televizyonlar, yerel basın, yerel aydınların oluşturduğu edebiyat birimleriyle, yerel sanatçıların oluşturduğu direnişlerle kırılacaktır.

Biraz geriye dönmek istiyorum. Kırsal edebiyat da denilen gerçekçilik dönemi var. Edebiyattan insanın kaybolduğunu söyledin. O dönemin, milli edebiyat sonrası, Anadolu panaromasını vermek içinde halktan insanların özellikle köylülerin yer aldığı bir sosyolojik edebiyat türü bizde gelişti. Orada birebir insan vardı. Hatta o kadar vardı ki, şivesiyle beraber yazıldı bunlar. Fakat sonradan bir tepki gibi başka tarafa savrulundu. Edebiyattan insan kayboldu, edebiyatın insanileşmesi kayboldu. Tekrar edebiyatı insanileştirebilmek için ne yapmalıyız? Edebiyatın vicdanı kayboldu saptamasına katılıyor musunuz?

Bu konjektürel durumla,dünyanın geldiği ulaştığı durumla da ilgili. Öznelleşme süreciyle de ilgili. Bireysellikler parçalanıyor, mikro hayatlar ortaya çıktı. Makro hayatlar parçalandı, herkes evine özel dünyasına döndü. Tüm dünyada bu süreç yaşanıyor. Kamusal hayat yerini özneye, bireyselliğe bıraktı. Sonunda edebiyata yansıması bu oldu. Sonuçta iz bırakmayan, insanı heyecanlandırmayan,  karakteri olmayan, tiplemesi olmayan ürünler çıktı ortaya. Öznellik önemli; ama öznelliği bırakmadan ve bütün boyutlarıyla, yaşayan insanı da içine sokarak yeni sentezlere gitmek lazım. Tekrar klasik edebiyatın kimi unsurlarına, kimi öğelerine dönüş şart. Yoksa edebiyat insanlardan kopuyor. Aslında insanların dramları, günlük yaşamları, hayata bakışları eskisinden çok fazla değişmedi. Yine aynı şekilde seviniyor insanlar, yine aynı şekilde terk ediliyor, yine aynı şekilde hırslı, öfkeli ya da talepkar. İnsani duygularda o kadar belirgin değişmeler yok. Mekanlar değişti, ilişkiler değişti. Birtakım yeni teknolojik olanaklar sunuldu insanlara. Ama bir yanıyla insan pek değişmedi aslında yine yalnızlık çekiyor eskisinden daha çok. Hala insanlar bileklerini kesiyor, intihar etme şekilleri değişmedi ki. İnsanlar yine içiyor, yine sevgililerini özlüyor, yine erkeklerin çoğu maço, kadınlar depresyonda ya da sevgi arayışı içinde yaşıyor. Burada tuhaf bir durum ortaya çıktı, yaşantılarla sunulanlar arasında büyük kopukluklar var. Kendisinin kim olduğu konusunda insanlar açmaza düştü. Büyük soru işaretleri çıktı ortaya. Bu da insanları umutsuzluğa,derin bir boşluğa itti. Bu da sevgisizliği getirdi. İnsanı öne çıkartan edebiyatta insan sevgisi vardı ve insanlar onu okurken bir şekilde onunla bütünleşiyorlardı, kendilerini olumluyorlardı, kendilerini sevmeye başlıyorlardı, umut ve inanç aşılıyordu insanlara bu edebiyat hayata bağlılık uyandırıyordu. Ben o kitapları okuduğum zaman güçlendiğimi hissediyordum. Şimdi hep bir merak var: Acaba ben nasıl yaşıyorum, insanlar nasıl yaşıyor? Ortada bir açmaz var. Aslında bu yapay bir açmaz. Ali Kırca’nın da çok farklı yaşadığını, çok farklı duygulandığını, farklı özlemler içinde olduğunu sanmıyorum. İmajlardan oluşan bir dünya yaratılıyor, ‘mış’ gibi yapılıyor. Sanal bir gerçeklik yaratılıyor. O sanal gerçeklikte herkes kendini incelemeyi bırakıyor, başka hayatları abartarak kendi hayatını yerin dibine batırıyor. Dolayısıyla kendinden nefret eden insanların sayısı hızla çoğalıyor.

Devam

Geri Dönüş[Ana Sayfa][Biyografi] [Söyleşiler][Eserler]  [Posta] 

Yukarı