SENİNLE ÖLMEYE BİLE HAZIRDIM... |
||
Bu gece konuğumsun. Karanlık, yırtıcı düşler ve küçük ölümlerle
dolu bir ormandan geldin bana... Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı
yorgun bedenini okşuyor... Yanımda uyuyorsun. Kollarındaki, bacaklarındaki
izleri, yaraları seyrediyorum. Alımlı, uçumlu bedenine, diriliğine, büyülü
gençliğine tutkuyla bağlı olduğun adamdan geliyorsun bana... Dilsiz sevişmelerinden... Onu başından beri hiç saklamadın benden. Zaten ben yüzündeki solgunluktan, düş kırıklığından,
gözlerinin sık sık boşluğa düşmesinden anlamıştım hemen. Zaten yalanlarla yaşayamazsın sen... Ama gerçeği anlayınca içimdeki resim darmadağın
olmuştu bir anda. Resimdeki kırmızı ev yıkılmış, çiçekler ezilmiş,
resimdeki bahçenin kapısı kırılmıştı... Neden, demiştim sana, son bir umutla ve belki bir
mucize olur, bana hiç beklemediğim bir gerekçe söylersin diye, tıpkı
ölüm mahkumlarının son anda bir kurtuluş haberi beklemeleri gibi... Gözlerime baktın. Evladını terk etmeye hazırlanan
bir anne gibi baktın bana. Bir yalan aradın, buldun belki, ama söyleyemedin. Yalanlarla yaşayamazsın sen... İçimdeki resim tutuşmaya başlamıştı.
Resimdeki küçük çelimsiz, siyah önlüklü çocuk ağlıyordu
umutsuzca... İçimdeki resim yanıyordu. Çocukluk sevinçleri,
düşler inançlar yanıyordu. Resimdeki siyah önlüklü çocuk nereye kaçacağını
bilmiyordu... Yakana sarıldım ve neden? diye bağırdım seni
sarsarak: Neden seviştin onunla?.. Seni sarsmam, yakana sarılmam, sana bağırmam
senden güçlü olduğum için değildi. Tam aksine uçuruma düşüyordum,
elimi tutup, bırakmaman içindi... Gözlerin yine bilinmeyen bir boşluğa takılmıştı.
Bir süre sustun. Sonra konuştun. Sesin hayat kadar yabancıydı, hayat
kadar acımasız, hayat kadar gerçekti... İçimde tanıyamadığım bir başka kadın daha
var, dedin. Ve o kadın onun çekiciliğine karşı koyamıyor... Öylesine
büyülü bir yakışıklığı, öylesine küstah bir kendini beğenmişliği
var ki kendime engel olamıyorum... Bu gece konuğumsun... Karanlık, yırtıcı düşler, küçük ölümlerle
dolu bir ormandan geldin yanıma... Perdenin aralığından sızan mahcup ay ışığı
yorgun bedenini okşuyor... Kollarındaki, bacaklarındaki yaraları, izleri
seyrediyorum... Yanımda, öylesine masum uyuyorsun ki... Bu
masumiyetinin arkasında nelerin saklı olduğunu, içinde, sana da yabancı
olan o kadını bilmeyi öyle çok isterdim ki... Sahi, kimdi o kadın? Güçlü, yakışıklı, kıskanç,
sahiplenen, hatta küstah, seni inciten, üzen ve kendini beğenmiş
erkeklere bu denli çeken neydi onu... O kadını bu parçalanmışlığa
sürükleyen kirli ve hastalıklı merak neydi?.. İçindeki o bin yıllık ezilmişlik bu ezilmişliğin
hastalıklı hazzı mıydı karşı koyamadığı... Kişiliğini parçalayan, iradeni felce uğratan,
gururunu tamamen teslim alan bu ruhsuz sevişmelere onu hangi derin
eksiklik çağırıyordu... Sahi, kimdi o içindeki senin bile tanıyamadığın
kadın?... Bana çekiciliğine karşı koyamadığın bir başkasıyla
seviştiğini söylediğin günden sonra haftalarca görüşmemiştik. Aşkınla çok derinlere gömdüğümü sandığım
güvensizliklerim, komplekslerim, korkularım gömüldükleri yerden hiç
olmadıkları kadar güçlenmiş ve acımasız inatlarıyla ortaya çıkmışlardı
yeniden... Haklı olmanın, bir suçlu bulup yargılamanın
rahatlığını hiç tatmamıştım ki... Ortada bir yıkım, bir ihanet, bir suç varsa
kimsede değil, hep kendimde arardım ben... Günlerce seni değil, kendimi yargılayıp durmuştum.
Bedenimi aşağılamıştım acımasızca. Neden ben de içindeki kadını büyüleyen o adam
gibi yakışıklı, güçlü, gösterişli bir bedene sahip değildim?... Neden bağlandığın o genç adam gibi seni sınırlayıp
sahiplenmiyor, üzüp incitmiyor, içindeki o bin yıllık ezilmişliği
tahrik etmiyordum?... Neden benim de dudaklarımın kenarında kendini beğenmiş
ve küstâh bir gülümseyiş yoktu onun gibi... O görmüştü de, neden ben seninle onca yıl
beraber olduğum halde içindeki sana yabancı olduğunu söylediğin kadını
görmemiştim... Saçma, rezil, karanlık düşüncelerdi, ama ne yazık
ki gerçekti... Ama en çok neyini kıskandım biliyor musun? Onun
önünde elbiselerini çıkartıp soyunmanı, sevişirken adeta sayıklar
gibi söylediğin ve bana dünyanın en masum sözleri gibi gelen o ayıp
sözcükleri ona da söylüyor olmanı ve bir de onun yanında uykuya dalışını
kıskandım... Ama asıl acı olan bir gün ansızın seni kıskanmaktan
vazgeçişimdi... Bir gün ansızın öyle büyük bir yokluğa düşmüştüm
ki, bu yoklukta her şeye olan inancımı yitirmiştim... İnsan ancak birine inanıyorsa onu kıskanırdı...
Sen yokken her sabah dünyaya gözlerimi açıp,
etrafıma baktığımda, burası neresi, diyordum, kimim ben, kim bu
insanlar, şimdi ben bu koca gün ne yapacağım? diye düşünüyordum.
Sanki bu hayatla ilgili bildiğim her şeyi unutmuştum... Ta ki sen bir gece vakti gözyaşlarıyla kapımı
çalıncaya kadar... Öylesine bağlılıkla, öylesine susamışlıkla
sarılıyordun ki bana, sanki birden rollerimiz değişmişti, şimdi sen
uçurumun kenarındaydın, seni tutması, koruması gereken annen bendim
senin... Sana, senin bana sarıldığın gibi sarılmasam
senin resmin dağılacaktı... İçindeki kadın sana büyük bir tuzak hazırlamıştı.
Bedenin, ezilmişliğin, karanlık önyargılarla koşullanmış güdülerin
doyuyordu, ama ruhun öylesine susuz kalmış, kişiliğin öylesine parçalanmıştı
ki... Çünkü yakışıklı bedenine vurulduğun, dudağının
kenarındaki o küstah ve kendini beğenmiş gülüşüne hayran olduğun
genç adamla ruhunla, duygularınla ilgili konuşacak, paylaşacak hiçbir
şeyin yoktu... Bedeninin onu özlüyordu, ruhun beni... İçindeki, o yabancın olan kadın, arzuladığında
genç adama, onun iri, gösterişli bedenine, ipeksi, gergin kaslarına,
bitip tükenmek bilmeyen cinsel enerjisine, seni küçümseyen, acıtan o
küstah yakışıklılığına gidiyor, susuz kalan ruhun içinse bana
geliyordun... Peki, beni seninle birlikte olmaya iten neydi? Neden
bırakıp gidemiyordum seni?.. Aşkta yasak olana, imkansızlığa, mutsuzluğa
duyduğum merak mı çekiyordu şimdi seni bana... Yoksa ne ondan, ne de benden vazgeçemediğin için
yaşadığın acıya, parçalanmışlığa duyduğum merhamet için mi bırakamıyordum
seni... Artık benimle o bir zamanlar tutkuyla bağlandığım
bedenini paylaşamıyordun. Artık sevişmiyorduk seninle. En azından dürüsttük
bu kadar kendimize ve bir başkasına... Ama çıplak bedeninden çok daha mahrem ve sahici
olan düşlerini, duygularını, acılarını paylaşıyordun benimle... Çok küçükken, dayının sana yaptığı cinsel
tacizi mesela. Bugüne dek kimselere anlatamamıştın bunu... Aramızda cinsellik olmayınca artık ben de seninle
her şeyimi korusuzca konuşabiliyordum... Düşlerimi, annemi nasıl
derin bir sevgiyle sevdiğimi, rüyalarımda onunla nasıl seviştiğimi,
o büyük utancımı, karanlık iç dünyamı, doyumsuzluklarımı hasta,
yaralı ruhumu... Aramızda cinsellik olmayınca artık üzerinde
iktidar kurmayı asla düşünmüyor, seni denetlemiyor, seninle gizliden
gizliye rekabet etmiyordum... Olmadığımız gibi görünmeye çalışmıyor, güvensizlikten
kaynaklanan sahte üstünlük duygularımızı tatmin etmek için
birbirimize kapris yapmıyorduk. Sıradanlığın o büyülü içtenliğini yakalamıştık...
Kendimizle, hayatla, her şeyle alay ediyorduk... Karanlık ormanından bana geldiğin bir geceydi, hiç
unutmuyorum. Yatak odasına girecektim ki, içerden, çocuksu ve adeta
mahcup bir sesle: Soyunuyorum, içeri gelme, demiştin... Önce, böyle deyişine çok şaşırmıştım. Sen
benim yıllardır birlikte olduğum bir insandın. İlk anda mahcubiyetine
bir anlam verememiştim. İçeri salona geçtim. Sonra bir sigara yakıp düşündüm...
Düşündüm... Bu mahcubiyetin, soyunuyorum, içeri gelme deyişin, bana
çok anlamlı geldi birden... İçim sevinçle, umutla doldu... Ve o an
seninle her şeye yeniden başlamaya karar verdim... Buna hazırdım... Seninle ölmeye bile hazırdım... Soyunuyorum, içeri gelme, deyişin, bir kez daha aşık
etmişti beni sana... İlk kez gibi... Ve bütün ilkler gibi sonsuz bir
arzuyla... |
||
Geri Dönüş | [Ana Sayfa] [Biyografi] [Söyleşiler] [Eserler] [Posta] |