Varoluşçu Boyaci | ||
Ahmet
Oktay’la, rahmetli Edip Cansever’in şiir tiplerini konuşuyorduk.
Oktay’a göre, Edip Cansever’in yarattığı şiir tiplerini gerçek
hayatta bulmamız pek olanaklı değildi. Çünkü bu tipler öncelikle
duyarlı, yetkin bir gözlem gücüne sahip, kendilerinin ruhsal analizini
titizlikle gerçekleştiren, dahası, bilgili ve kültürlü kişilerdi. Böylesine
gelişkin bir oltacı, garson, otelci, gül satıcısı, genelev kadını
vb. görmek, hiç kuşkusuz mümkün değildi. Biz de katıldık bu görüşe,
sonuçta, bu tiplerin Edip Cansever’in kendi düşüncesini açıklamak
için kullandığı motif tipler olduğuna karar verdik. Bu kişiler, Edip
Cansever’in düşünce katlarından başka bir şey değildi; dahası,
konuşan, Edip Cansever’in kendisiydi... Her şey buraya kadar iyi hoş da, siz, ayakkabılarınızı
boyattığınız boyacının kültürlü bir varoluşçu olduğunu öğrenirseniz
ne yaparsınız? Tabii ben da şaşırdım. Ve aklıma Edip Cansever’in
yarattığı şiir tiplerinin gerçek olabileceği geldi. Demek böyle
insanlarla karşılaşmak hiç de olanaksız değildi. Genellikle ayakkabı boyacılarıyla sıradan şeyler
konuşulur. Ben de Taksim’deki bir boyacıya, "Nerelisin? Nerede
oturuyorsun? Nasıl geçiniyorsun?" gibi sıradan şeyler sordum. Adının
Hayri Tonozlu (58) olduğunu öğrendiğim ayakkabı boyacısı sorularıma,
"Hususi hayatım sizi niye ilgilendiriyor? Öyle olmuş, böyle olmuş,
ne fark eder?" diye cevap verdi. Onun ciddi bir boyacı olduğunu düşünerek,
farklı şeyler sormaya başladım. "Eskiden İstanbul’da ne kadar
seçkin yerler varmış, şimdi hiçbiri kalmadı. Her şey yozlaştı,"
dedim. Hayri Bey, bunun üzerine "Evet, Markiz, Baylan, High-life
vardı. Ben eskiden hep High-life’e giderdim," demez mi, şaşırıp
kalmıştım. Ama Hayri Bey, hem ayakkabımı boyuyor, hem de İstanbul’un
sanatçı mekânlarını anlatıyordu. Bir ara "Siz hangi felsefi
ekole yakınlık duyarsınız?" dedi. Onun hafife alma isteği, şaşkınlığımı
bastırdı, "eksistansiyalistim," dedim. Hayri Bey’in gözlerinin
içi güldü: "Ne güzel, ben de varoluşçuyum," dedi. Elimde
olmayarak ayağımı boya sandığının üzerinden çektim. Şaşkınlığım
henüz geçmemişti; ama o devam ediyordu: "Bakın, varoluşçuluk
deyince akla hemen Sartre gelir; oysa Sartre, parlak cümleler, gösterişli
buluşlardan başka bir şey değildir. Gerçekte varoluşçuluğu
sistemleştiren Heidegger'dir. Sartre, Heidegger’in yanında garnitürden
başka bir şey değildir." Bir şok yaşıyorum âdeta. Zaman kazanıp Hayri
Bey’in üstüne başına bakmaya çalıştım. Üstünde siyah bir kaban
vardı. Pantolonu yazlıktı ve çok eskimişti. Başında limon küfü
renginde yazlık, keten bir şapka vardı; yüzü çökmüştü. Eğer çok
dikkatli bakılırsa gözlerinde olgunluk ve zekâ belirtisi bir ışık
fark edilebiliyordu. Hayri
Bey’le tartışamayacak kadar donatımsızdım. Heidegger’in hiçbir
kitabını okumamıştım. Çünkü Hayri Bey gibi Almanca bilmiyordum. Bu
arada Hayri Bey, canlı el kol hareketleriyle varoluşçuluğu tanımlamaya
çalışıyordu bana. Her şey bir yana, beni tanıdığına sevinmişti.
Hiç değilse bazı ortak bilgilere sahiptik. Bir ara "Başlangıcından
bugüne kadar felsefe bir arpa boyu yol katetmiştir," dedi. Artık
her şey kabulümdü. "Ya öyle mi?" demekle yetindim. Ayakkabı
boyacılarını hafife almanın cezasını çekmeye hazırdım. Beriki
devam ediyordu: "Kant ne yaptı, insan beynini 12 kategoriye ayırmaktan
başka? Spinoza yok güzellikmiş, yok ahlâkmış, bir yığın metafizik
şey attı ortaya. Dogmatikler keza öyle..." Bir ara Hayri Bey’e Marksist felsefeyi soracak
oldum. Önce kısa bir açıklama yaptı. Daha sonra Marksist felsefenin
ferdi yanının olmadığını iddia etti. Daha sonra söz Troçki ile
Lenin’e geldi. "Bunların ikisi de aynıdır. Aralarında hizipleşme
vardır o kadar. Bu kişiler, şartlar neyi gerektirirse onu yaparlar.
Yaratıcı değildirler." "Unutmadan söyleyeyim, ben Kapital’i de
okudum, Kapital çok sıkıcıdır. Rakamlar, misaller falan filan." Cezamın hiç de hafif olduğunu sanmıyordum. Bu işkence
ne zaman bitecek, diye düşünüyordum. Başlangıcından bugüne kadar
felsefede bir arpa boyu yol alınmadığını söyleyen Hayri Bey,
Nietzsche ve Kafka’nın, bilmeden varoluşçu felsefeye katkıda
bulunduklarını iddia ettikten sonra bana, "Peki siz varoluşunuzu
gerçekleştirdiniz mi?" diye sordu. Afalladığımı görünce konuşmasına
devam etti: "Kendi kendimizi yaratmanın imkânı bizim
elimizdedir," dedi. Bir ara üstün insan teorisiyle, varoluşçu düşünce
arasında yakınmaya başlamıştı. Her şeyi oluruna bırakmıştım. Hayri Bey’in felsefe bilgisinin altında daha
fazla ezilmemek için sık sık konuyu değiştiriyordum. Sözü dönüp
dolaştırıp güncel bir konuya getirdim. Türkiye’de son günlerde sık
sık konuşulan irticayı nasıl değerlendirdiğini sordum ona. "Bakın
bu politik sahaya girer. Din, yöneticilerin işine geliyor. Böylelikle
halkı daha kolay isteklerine boyun eğdiriyorlar. Aslında din bir imajdır
ve insan, kendisi yaratır bu imajı; insan yine düşünmelidir ve yoğunlaşmalıdır,
ama düşüncesinin içinde Allah, peygamber gibi imajları çıkarmalıdır.
En eski din olan Budizm 5000 yıllıktır. Musevilik 3000, Hıristiyanlık
2000, İslamiyet ise 1400 yıllıktır; ama insanlığın tarihi
50 000 yıllıktır. Peki 45 000 yıldır ne oldu, onu soran yok.
Ne yazık ki milyonlarca insan dine inanıyor ve onlara kimse ışık
tutmuyor. İşin doğrusu din zararlı bir şeydir. Ama insan bir şeye
inanmak zorunda. İnançsız olmak da benim hayatımı hafifletiyor."
Hayri Bey’in dünya görüşüne hiçbir idealist
ve metafizik düşünce sızmamış. Kader, şans gibi toplumsal yaşantımızı
yönlendiren kavramlarla hiçbir alışverişi yok, öyle ki bir ara bu
durumu "ideolojinin ölümü" diye nitelendirdim. Hayri Bey felsefe bilgisinin yanı sıra, geniş
edebiyat bilgisine sahip, en çok O’Henry’yi sevdiğini söylüyor.
O’Henry’nin, Quartet’ini, Viyana’da sinemaya uyarlanmış haliyle
seyretmiş ve hayran kalmış. Dostoyevski, Hayri Bey’in başucu yazarıymış.
Tolstoy, Bernard Shaw, Jean Jacques Rousseau ve Voltaire’i ilgiyle
okuyormuş. Hayri Bey, özel hayatların öyle rastgele anlatılmasına
karşı; ama bu kadar uzun konuştuktan sonra, beni kırmayarak hayatının
bazı dönemlerini bana kısaca anlattı. Hayri Bey, genç yaşında
Avrupa’ya gitmiş. Almanya’da yaklaşık 14 yıl kalmış, bu süre içinde
devlet dairelerine, hastanelere cam çerçeve monte etmiş. Daha sonra
Avusturya ve İsviçre’de kalan Hayri Bey, buralarda uzun süre Dolçe
Vita bir hayat sürmüş. "Avrupa’da hayat o kadar güzel ki,
kopmak imkânsızdı. İnsanı hep içine çekerdi. Bu yüzden az kalsın
sağlığımı kaybediyordum," diyor. 1975 yılında İstanbul’a dönmüş
Hayri Bey. Kendisi kabul etmese de, şimdiki hayatı tam bir sefalet. Ayda
yaklaşık 50 bin lira kazanıyor, kaldığı otele günde 1200 lira
veriyor, otel parası olmadığı günler parklarda yatıyormuş.
Almanya’dan getirdiği bir miktar parayı harcadığı için bu durumu
kaçınılmaz buluyor. "Her şey olması gerektiği gibi,"
diyor. "Dolçe Vita yaşamaktan, evlenmeye zaman bulamadım,"
derken bile, kimsesizliğinin nedenini başkasında aramaya çalışmıyordu. Hayri Bey, beni bilgisiyle olduğu kadar, kişiliğiyle
de etkilemişti. Ayakkabılarımın boyanması bitmişti. Parayı uzattım.
Teşekkür etti. Yeniden görüşmek üzere vedalaşırken, bir daha hiçbir
ayakkabı boyacısını hafife almamaya söz veriyordum. | ||
Geri Dönüş | [Ana Sayfa][Biyografi][Söyleşiler][Eserler] [Posta] |