BİR
BADEM AĞACI | ||
Gülben
Anastasias hep duygularına göre hareket etti. Öyle yaşadı. Duyguları
daha sahiciydi, onlara inandı. İlk kocasından ayrılıp Almanya’ya işçi
olarak gitmeye karar verdiğinde aristokrat ailesi şiddetle karşı çıktı
kendisine. Aldırmadı, gitti. Siemens fabrikasına girdi. Almancasını
geliştirdi. Onu büro işine aldılar. Bir süre sonra büro işi onu boğdu.
Bu sırada Victor (Anastasias) adlı Güney Amerikalı bir dişçiyle tanıştı.
Sevdi onu; bağlandı. Birlikte Türkiye’ye geldiler. Güzel Sanatlar’ın
Seramik Bölümü’ne girdi. 3. sınıfa kadar okudu. Kocasıyla Ege
sahillerini dolaşırken Bodrum’da Yalıkavak Köyüne geldiler. "İşte
burası sahici bir yer" dediler, manzarasına, doğasına hayranlıkla
bakarak. Yalıkavak’ta bir ev, iki değirmen, biraz tarla alıp burada
yaşamaya başladılar. Burada Gülben’in Viktor adında bir çocuğu
oldu. Sonra kocası kendi dünyasına, Şili’ye döndü. Gülben, Yalıkavak’ta
duygularına göre yaşamayı sürdürdü. Vejetaryendi, vegan oldu. Yani
hayvan sütünü, yumurtayı, yoğurdu, tereyağını, sentetik şekeri,
deri ayakkabıları kendine yasak etti. Köylülerden yufka ekmeği yapmasını
öğrendi. Buğdayın besleyici gücünü keşfetti. Buğdaydan çeşitli
yemekler yapmasını öğrendi. Ve güneşin, ayın, börtü böceğin,
badem ağacının ritmiyle yaşamayı sevdi. Hep duygularıyla. Akşamları
yaptığı en sahici iş, bütün işlerini bitirip günbatımını
seyretmek oldu. Tıpkı badem ağaçları gibi hayal kurarak yaşamaya başladı... Ancak Yalıkavak’ta kaçtığı şeyler peşini bırakmadı:
Para, yol, televizyon, teknoloji, beton binalar... Yalıkavak
"beyazlar" tarafından işgal edilmişti. O çok sevdiği köylüler
ocaklarını söndürmüşler, Aygaz edinmişler, toprak tencerelerini atıp,
emayeler almışlar; el örgüsü halılarını, dokuma halılarla değiştirmişler;
dantel perdelerini çıkarıp sentetik perdeler takmışlardı. Artık akşamları,
günbatımlarını değil, televizyonda "yalan rüzgârları"nı
seyrediyorlardı!.. Gülben, Yalıkavak’taki düşünü bitirip
Fethiye’deki dağ köyüne göç etti. Bir marangoz arkadaşına, 3
metreye 5 metre baraka yuvasını yaptırdı. Ormana ve denize kendini
konuk ettirdi. Seramik fırınları yaptı kendine burada. Köylülerle,
çevredeki hayvanlarla, ağaçlarla, börtü böcekle tanıştı. Gökyüzüyle,
her çeşit kokuyla... Yıllardır olduğu gibi burada da hep güneş doğmadan
uyandı. Kuşluk vakti, çiçeklerin uyanışıyla birlikte. Kahvaltı
yapmadan dışarı çıkıyor, ormana, ormanı derin duygularla geçip
denize ulaşıyor. Kayalıklardan iyileştirici sulara bırakıyor
kendini. Yaz-kış, hep güneş doğarken. Dağların doruklarında kar
varken yüzmekten delice bir zevk alıyor. Tekrar ormana döndüğünde
bedenindeki o sağlıklı sıcaktan; içindeki kanın delice akışından
da. Sonra "selam, selam" adını verdiği meditasyon
hareketleriyle doğan güneşi karşılıyor. Ve gün başlıyor. Gün
onun için bizlerde olduğu gibi anlamsız bölümlere ayrılmamış. Gün
bir akış onun için. Mükemmel bir bütünlük... Yemek öğünlerine bölünmüş
bir telaşlar, koşuşturmalar, kopuşlar hali değil. Bir ırmak gibi
erinçli bir şey onun için... Peki, ne yer ne içer bu kadın? Her şeyi, doğadaki
saf olan her şeyi. Köylü kadınlarla yufka ekmek açar. Biraz zeytinle
o yufka ekmeğinin tadına doyulmaz. Sonra çok sevdiği gomassio vardır
yediği. Susam ve deniz tuzu karışımı bir yemektir bu. Zeytinyağından
tampirinç yapar. Meyvenin bir çeşidi. Sebzeler. Buğdaydan yapılan
onlarca ekmek. Buğday tatlısı. Şekersiz aşureler. Bulabilirse koko adı
verilen tahıl sütü. Doğa o kadar cömerttir ki... Peki, ona kentli bir soru soralım: Koca gün nasıl
biter o dağ başında? Bağışlar bu soruyu, tebessümle karşılar.
İş o kadar çoktur ki dağ başında. Seramik fırını yakılır.
Seramikler, emaylar yapılır. Buğday öğütülür. Ekmek açılır. En
uzak çeşmeden su getirilir. Çiçeklerin saksısı değiştirilir. Köylü
kızlara çeyiz yapılır. Onlara İngilizce öğretilir. El işi yapılır.
Otlar toplanır. Değişik çaylar yapılır. Doğal yaşam ve beslenme üzerine
kitaplar yazılır. İşte büyüleyici bir sessizlik! Çoban kız
yayladan dönüyor keçileriyle. Sesleri derinden derine yankılanıyor.
İşte çoban kız keçileriyle konuşuyor, onlarla dertleşiyor.
"Boziş gel buraya, ne o Kırıkboynuz neyin var?" Gülben işte
bu sesleri duyunca bütün işini gücünü bırakıp dinlenmeye başlıyor.
Günün sahici işlerinden biri de bu. Günbatımını seyretmek de apayrı
bir iş onun için. Sonra cin fikirli köy çocuklarını evine çağırıp,
beyaz kâğıtlara renkli kalemlerle şekiller çizdiriyor. O şekilleri
alıp bembeyaz perdelerine desenler yapıyor. İşte size bir iş daha!.. Sonra gün tamamen batıyor. Güneşle vedalaşıyor.
Uyku vakti gelmiştir. Hayvanlarla, ağaçlarla, börtü böcekle
birlikte. Doğanın, uykusunun koynuna girip melekler gibi uyumaya başlar.
Güneş hiç üzerine doğmayacaktır. Peki Gülben neleri bırakmıştır yaşadığı bu
hafiflik, özgürlük ve saf sağlık duygusu için? Elektrik kullanmıyor.
Güneş ışığıyla aydınlanıyor. Buzdolabı, çamaşır makinesi,
televizyon, telefon, gazete, ilacın her türlüsünü hayatından çıkarmış.
Yanında para ve saat taşımıyor. Yaşadığı yerde tek bir bakkal bile
yok. Burada rekabet, hırs, nefret, kin, kıskançlık, didişme, ayak
oyunları, sevgisizlik yok. Bir badem ağacı gibi neşeli, güleryüzlü,
bereketli yaşayıp gitmek var. Yumuşacık bir düş gibi... Peki "yalnızlık" diyorum. "Sen yine
de bir badem ağacı değilsin. Kentlerin havasını yıllarca soludun.
Birçok dostun var, ilişkilerin." "Asıl kentte çok yalnızım"
diyor. "Beni anlamayan, beni, yaşantımı garip, tuhaf bulan
insanlar arasında inan çok yalnız hissediyorum kendimi. Ben burada dağ
köyümde, buradaki, bu kentteki dostlarımı düşünerek daha
dopdoluyum. Hem aradan çok yıllar geçti. Ben kenti, kentleri çoktan
kapattım. Tanıdığım insanlar da orada kaldılar." Gülben o uzak, o ıssız dağ köyünde kentteki
gibi kaçınılmaz, zorunlu "dostluklar" yaşamıyor üstelik. Dünya
küçük. Onun dağ köyündeki pastoral yaşantısını duyan birçok
insan gelip onu buluyor burada. Avusturya’dan, İngiltere’den, Latin
Amerika’dan, İstanbul’dan, Ankara’nın birçok yerinden bu kazanılmış
hayatı arzuyla merak edenleri küçücük barakasında, köylü dostlarının
yardımıyla konuk ediyor. Ormanı gezdiriyor, hayvanlarıyla, ağaçlarıyla
tanıştırıyor. "Peki, tümüyle hayatına baktığında, bir
eksiklik duygusu, keşke şunu da yapsaydım arzusu, içinde uyanmaz mı
senin?" diyorum. "Kentte, kentlerde çok sık yakalar da bu
duygular insanları. Sen ne dersin?" "Söylediğin duyguların
zerresi yok içimde" diyor. "Öylesine dolu dolu yaşadım ki,
inan bazen, artık yeter, diyorum. Doydum, diyorum. Öyle bir an gelirse,
yani bu duygunun sahiciliğine tamamen inanırsam, hayatıma kendi
ellerimle son vermek istiyorum. Bunu bir kez çok yoğun duydum. Bir
keresinde ‘Heraklia’ diye bir yere gitmiştik. Geceydi. Yazdı. Bir
kaleye çıktık. Aşağıda deniz muazzam görünüyordu. Gökyüzünde
bir yıldız yağmuru vardı. Doğa sarhoş gibiydi sanki. Bir an kendimi
öylesine mutlu hissettim ki, işte o an hayatıma son vermeyi düşündüm.
Kendimi denizin yumuşacık kollarına bırakmayı..." Öyle güzel anlatıyordu ki intihar düşünü;
sanki ben de o gece, onunla birlikte yumuşacık denizin kollarına atılmış
gibi hissettim kendimi. Sonra o usulcacık bir sır verir gibi, mahcup:
"Bu yaz sana gelsem, bir gece olsun beni konuk eder misin, bir gün
olsun senin gibi yaşamamı sağlar mısın?" diye sordum. İri mavi
gözleri şefkatle açılıyor, heyecanla: "Hemen gel, bu yaz, yoksa
çok geç kalabilirsin, bir dahaki yazlarda benim ormanım, barakam
yerinde olmayabilir, teknoloji o kadar hızlı geliyor ki, çevreciler ‘çok
geç olmadan’ falan diyorlar ya, aslında yanılıyorlar. Aslında çok
geç oldu. Benim cennet köşem teknolojiye teslim olmadan, bu yaz gel,
gecikme..." Gülben Anastasias, İstanbul’a seramiklerini,
emaylarını satmaya ve dostlarını görmeye gelmiş. Arkadaşımın
arkadaşı. Kentte çok kalamadı, duygularına kapılıp yine
Fethiye’deki dağ köyüne, tahta barakasına döndü. Daha sahici olan
yüreğine. Sevgilerine... | ||
Geri Dönüş | [Ana Sayfa][Biyografi][Söyleşiler][Eserler] [Posta] |