TİTREK BİR MUM IŞIĞINDA YAŞAYAN ANNELERİMİZ |
||
Yıllar
sonra itiraf etti. Üniversitede okuyan üç erkek çocuğu vardı ve faşizmin
gemiyi azıya aldığı günlerdi. Silahlarını hayatlarının en üstün
gücü sayan faşistler tarafından öldürülmemiz an meselesiydi. Küçükyalı
MHP’de benim için “vur emri” çıkmıştı. Eve arka bahçelerden
dolaşarak giriyordum. Sonra, biz geceleri derin uykulara daldığımızda,
sessizce uyanıp sokak kapısının önünde, bir sandalyenin üzerinde
sabahlara kadar bekliyormuş: Eve, kapıyı kırıp bizi öldürmeye gelen
faşistlere önce kendi canı ve bedeniyle karşı koyabilmek için. Gün
ışımaya başladığında biz onu görmeyelim diye usulca yatağına
girer, biraz olsun uyumaya çalışırmış. Çoğunlukla bizim için katlandıklarını göremezdik. Yaptıklarını hemen hiç önemsemezdik. Titrek bir mum ışığı gibi yaşardı. Biz büyük düşlere koşarken, o küçük dünyasında bizim için eşsiz anları örerdi. Farkında değildik. Çok da konuşmazdık onunla. Bir şeyler anlatırdı, sıkılırdık. İçten tek cümlemiz yeterdi, artardı oysa. O cümleyi kuramadık. Vaktimiz kısıtlıydı, devrim yapacaktık, Ama bizim için her gece kapı önünde canını siper eden annemizden haberimiz yoktu!... Annemiz,
annelerimiz, bizden umudu kesince teselliyi birbirinde arayan kalbi kırık
insanlar... Her gün önümüzden defalarca gelip geçen ve bizlere sırılsıklam
âşık olan; ama sevgilerine asla karşılık bulamayan o bedbaht
insanlar... Onların
tren istasyonlarında, otobüs duraklarında, ağaç altlarındaki
bankalarda birbirleriyle konuşurken, dertleşirken, birbirlerine
kalplerini açarken görüyorum. Gözlerindeki derin acıları, çamaşır
yıkamaktan kurumuş elleri, solgun eşarpları ve insafsız ağırlıktaki
alışveriş torbalarının yardımıyla tanışıyorlar birbirleriyle.
Hemen oracıkta çocuklarına duydukları o derin sevgiyi, o naif öfkelerini,
parçalanmış hayallerini anlatıyorlar birbirlerine. Ah
o evlatlar, o acımasız sevgililer neden hep böyledir onlar? Neden hep böylesine
soğuktur kalpleri? İşte hepsi binip gitmişlerdir arzu ve ihtiras
tramvaylarına. Arada bir, bir lütuf gibi gelip yüzlerini gösterirler.
Ama yanlarında asla kalplerini getirmezler. Düşünmeden ve özensizce
konuşurlar onlarla, vakit geçirir gibi. Sıkıcı bir görev gibi!... İşte
çabucak geçti öfkeleri. Bir sessizlik girdi araya. O eski soru atıldı
ortaya. Şimdi nerede ne yapıyorlar acaba? Sabah evden çıkarken ördükleri
gül kurusu ya da uçuk mavi veya şarap rengi kazaklarını giymişler
midir? İyi bir kahvaltı yapmışlar mıdır? O ışıklı omuzları gece
açıkta kalıp üşümüş müdür? Eşleri onlara mutlaka iyi bakmıyordur.
Çünkü sadece kendileri onları aşkla düşünüyordur. Çünkü aşkın
olmadığı yerlerde geceleri omuzlar açıkta kalır. Aşkın olmadığı
yerlerde mutfaklarda besleyici ve lezzetli yemekler pişmez. Aşk yoksa gözyaşı
ve dokunaklı dizelerle örülmüş gül kurusu kazaklar giyilmez,
unutulur. Aşkın olmadığı yerlerde koşullu sevgiler vardır. Herkes
birbirine sevgisini ölçerek, biçerek
verir. Oysa anneler çocuklarını, yani aşıklarını hep yarın
öleceklermiş gibi doyasıya ve imkânsız bir aşkla severler. Oysa
çocukları sevgililerinin kendilerine öyle ya da böyle veda edişlerini
hiç unutmazlar ve hep yürek çarpıntısıyla anarlar da, ama
annelerinin onlar giderken, evden çıkarken sırtlarına hafifçe
utanarak, belli belirsiz dokunmalarını hemen hiç hissetmezler,
hissetseler de üzerinde pek durmazlar. Omuzlarına o arkadan dokunuşun içinde
çok büyük anlamlar vardır. O dokunuşta imkânsız bir aşk vardır
oysa... Anneleri
görüyorum buradan. Birbirlerinin kırık kalplerini sarmak, o umutsuz ve
imkânsız aşklarının acısını dindirmek için tren istasyonlarında,
otobüs duraklarında, ağaç altlarındaki banklarda bir araya
geliyorlar. Gözlerindeki derin acıları, çamaşır yıkamaktan kurumuş
elleri, solgun eşarpları ve insafsız ağırlıktaki alışveriş
torbalarıyla... Titrek bir mum ışığında yaşayan annemiz,
annelerimiz. Biliyorum her şey için çok geç değil; ama yaptıklarımdan
utanıyorum. Çok utanıyorum!... |
||
Geri Dönüş | [Ana Sayfa] [Biyografi] [Söyleşiler] [Eserler] [Posta] |