ŞIRNAK’TA YALANLAR, KAYBEDENLER VE HAYATIMIZ (Devam) |
||
Belediye Başkanı: “Devlet Güçlerinin Yaptığı İzlenimini Edindim” Halil Mağrur, Türkiye Kömür İşletmeleri’nden birkaç ay önce emekli olmuş. Aldığı emekli ikramiyesiyle artık sadece bir odası oturulabilen bu evi yaptırmış. Emekli aylığı ise 1,5 milyon. “Bu parayla harap olan evimi nasıl onarabilirim” diyordu bizlere yana yakıla. Evet, TKİ’den henüz emekli olmuş, aldığı ikramiyeyle ailesine yeni bir ev yaptırmış orta yaşlı bir adam devlete niçin kurşun sıksın? Şırnak’a bizden daha önce gitmiş bazı gazeteci arkadaşlardan Şırnak Valisi Mustafa Malay’ın basın danışmanı Bahattin Özdemir’in yaşanan kıyametten önce aynı zamanda inşaat malzemeleri satışıyla uğraştığını, ama olayda dükkânı yandığı için ailesini alıp Şırnak’tan, belki de bir daha dönmemek üzere ayrıldığını öğreniyoruz... Vali Mustafa Malay’la konuşmak için valilik binasının önüne geliyoruz. Ancak vali yerinde yok. Kalem müdürüne konuşma talebimizi iletiyoruz. Ertesi gün (3 Eylül) saat 15.00’e kadar arayacaklarını söylüyorlar. Bu sırada valilik binasının bahçesine kırmızı bir minibüs Cizre’den ekmek getiriyor. Şırnak’ın tek can dostu Cizreliler ve Cizre Belediyesi. Devletin yaptığı sadece telefon hatlarını onarmak. Elektrikler hâlâ kesik. Su ise akıyor. Biz Cizre’den gelen parasız ekmekleri paylaşan Şırnaklılarla konuşurken Belediye Başkanı ANAP’lı Ahmet Hamdi Yıldırım’ı yardımcılarıyla beraber son derece üzgün bir şekilde yürürken görüyoruz. Daha önceki günler basın mesuplarıyla görüşmesi engellenen Yıldırım’a kıyameti soruyoruz. Olay sırasında şehir dışındaymış. Eşi ve çocuklarıyla yaşadığı evi ateş altında kalmış. “Bu olayı devlet güçlerinin yaptığı izlenimini edindim” diyordu, aynen kelimesi kelimesine. Ve ekliyordu: “Bu bir vahşettir. Uğradığımız zararların tazmini için çeşitli taleplerimiz var. Birçok yetkiliye çağrı yaptık, gelip görsünler.” Şırnak’ta garip bir trafik vardı. Bazı aileler kaçtıkları yerlerden geri dönüyordu, ama şehre dönmek için değildi, kıyametten geriye kalan eşyalarını alıp, şehri tamamen terk etmek için bu. Bunlar nispeten hali vakti yerinde insanlardı ve genellikle Adana ve Mersin’e gidiyorlardı. Cizre ve Silopi şehirlerinde yaşayan ailelerinin yanına sığınanlar henüz dönmüyorlardı. Cizre yakınlarındaki Kumçatı’da çorak arazilerin, kurumuş derelerin ortasına kıl çadırlarını kuran ve geceleri ateş yakmaktan bile korkan yoksul Şırnaklılar ise dönüp dönmemekte kararsızdılar. Afyon Devlet Su İşleri’nden taşınmaları için gönderilen kamyonlara pek ilgiyle bakmıyorlardı. Kamyonların şoförleri ürkerek çadırlardan başını uzatıyor: “Kamyon geldi, eşyanızı taşırız, Şırnak’a dönmek ister misiniz?” diyordu ama Şırnaklıların öfke dolu bakışlarını görünce ürküntüsü artıyor, sorusundan hemen vazgeçiyordu. 2 Eylül’de Bölge Valisi, Emniyet Müdürü ve bazı askeri yetkililer çadırlarda kalan Şırnaklılara biraz da gözdağı vererek geri dönmelerini istemişlerdi. Bu kıl çadırlarda açlık ve hastalıkla boğuşurken de ölüm tehlikesi vardı anlaşılan. Şırnak’a gidip orada, belki biraz daha korunaklı bir şekilde ölümü beklemek daha mı hayırlıydı!...
“Avustralya’ya Bile Gideriz, Burada Kalmak İstemiyoruz” Kumçatı’da kalan bazı Şırnaklı gençlerle konuşuyorum. Hemen hepsi ağız birliği etmişcesine “Artık bu ülkede yaşamak istemiyoruz. Bizi hangi ülke isterse oraya gideriz. Avustralya’ya, Amerika’ya gideriz. Hatta Irak’a gitmek isteyenimiz bile var, ama Irak’a bizi bırakmıyorlar. Biz burada ölmüşüz. Yaşamıyoruz” diyorlardı. Kimisinin elinde el radyoları vardı. “Hangi haberi bekliyorsunuz?” diye sorunca “Bizi isteyecek bir ülke çıktı mı, onun haberini bekliyoruz” diyorlardı. Kulaklar daha çok BBC’nin Türkçe yayınları servisindeydi. Ayrıca kulakları onların deyişiyle “Alman sesi”, “Amerikan sesi”ndeydi aynı zamanda.
Cudi’de Tarih Bıçak Sırtında Şırnak’ta, Cizre köylerinde, Botan’da, o acılı coğrafyada insanlık bıçak sırtındaydı. Benim için de o an, bu çaresiz, yanıklar içindeki köylü kadının acısını en derinimde hissedebilmek bütün temalardan, sloganlardan, sosyolojik analizlerden, basın demeçlerinden, raporlardan, iddialardan çok daha önemliydi. Çünkü bu acıyı hissedebilmekle başlayacaktı her şey. Yanlarında ne kadar para olduğunu sordum. Birinin cebinde bin lira, diğerinin 10 bin, bir başkasının da 20 bin lira çıktı. Bu hayattaki son paralarıydı bunlar. Maddi varlıkları işte o kadardı ancak. Bu sorumdan etkilenmiş olacaklar ki başka gençler de yanıma gelip ceplerindeki son birkaç kuruşlarını bana gösterip duruyorlardı. İnsanın içini burkan bir gösteriydi bu. Bu sırada Cudi Dağı’ndaki bazı köylerden acı dumanlar yükseliyordu. Köyler ve bazı gerilla kampları aralıksız bombalanıyordu. Cudi’de tarih bıçak sırtında yaşanıyordu.
PKK’nin Kürt Halkına Yüklediği Sorumluluk PKK hareketi, içinden çıktığı halka çok ağır bedeller ödetiyor ve sorumluluklar yüklüyordu. Bu ağır bedeli kaldıramayanlar da vardı. Kumçatı’da, çadırların önünde konuştuğum bir genç, adeta öfkeden patlayacak şekilde: “Bir taraftan PKK, bir taraftan devlet, Allah kahretsin, ne yapacağımızı şaşırdık, mahvolduk, yeter artık, ” diyordu. Bu söz üzerine kendi yaşında birkaç genç yanına gelip, “PKK’ye niye sövüyorsun, PKK ne yaptı, bizi bu hale sokan devlet değil miydi” diye onu tersliyordu. Bu çıkıştan mahçup olan çocuk, üzüntüyle çadırların arasında kaybolup gidiyordu. Şırnaklı gençler PKK aleyhine konuşmamaya dikkat ediyorlardı. PKK Şırnak’a girmiş olsa bile onlar PKK prestij kaybetmesin diye söz birliği etmişcesine “şehre PKK girmedi, görmedik onları” diyorlardı. Sadece gençler değildi böyle diyen; her yaştan, her meslekten Şırnaklı böyle konuşuyordu.
“Yakası Kirli Olanlar” Gözaltında Gözaltındakilere gelince ortada birçok sayı dolaşıyordu. Belediye Başkanı Ahmet Hamdi Yıldırım’a göre bu sayı 80 kişiydi. Konuştuğum bazı kişiler ilk gün “yakası kirli olanların” gözaltına alındığını söylüyorlardı. Yani işçiler, emekçiler. Cizre’den Şırnak’a çalışmaya gelen demirci ustaları, yapı işçileri, ameleler... Cizre’de konuştuğumuz bir Şırnaklı ise gözaltına alınanların önüne korucuların silahları ve mermilerinin konup TV’de öyle gösterildiğini, gözaltından çıkan bir yakınının ise güvenlik güçlerinin kendisine “Evlerinizi PKK’nin yaktığını, yıktığını söyleyeceksiniz” diye baskı yaptıklarını söylüyordu. Bu Şırnaklı genç adam aydın heyetiyle konuşurken son derece tedirgindi. Herkesin yüzüne endişeyle bakıyor, konuşmaktan çekiniyor, adını söylemiyor, “Kimseye güvenemiyorum, adımı vermek istemiyorum, buralarda kanun yok, her şey çok korkunç” derken kendisine daha fazla soru sormamamız için adeta yalvarıyordu. Olaydan sonra Şırnak’tan pijamalarıyla, terlikleriyle bile kaçanlardan bahsediyordu. Yakınlarının, akrabalarının akıbetinin ne olduğunu hâlâ öğrenememişti. Cizre’de
2 Eylül akşamüstü bombalandıktan sonra yakılan Çağlayan köyünden
biri ölmüş, öbürü yaralı iki kadın getiriyorlardı. Cizreli arkadaşlar
bizi otelden alıp bu evlere götürüyorlar. Karanlık, korku dolu ve
tozlu Cizre sokaklarında önce ölen kadının getirildiği evi arıyoruz.
Bir süre sonra tek katlı bir evin balkonunda 15-20 kadının çıplak
bir ampulün altında ağlaşıp Kuran okuduklarını görüyoruz. Yanlarına
gittiğimizde ölen kadın aralarında solgun bir battaniyeye sarılmış
duruyordu. Yanımdaki iki gazeteci arkadaş kadınlardan battaniyeyi açmalarını
istedi. Kadınlar hiç çekinmeden battaniyeyi açtılar. Bence Özdemir,
ateş alan evinde dumandan boğularak ölmüştü. Yüzü acıyla kasılmıştı.
Yaşını tahmin etmek imkânsızdı. Masum bir kız çocuğu ve aynı
zamanda acılarla bilgeleşmiş yaşlı bir Kürt aydınıydı. Arkamızda
yaslı insanlar bırakıp bu defa yine aynı köyden tutuşan evini söndürmek
için çabalarken elleri ve ayakları yanan bir başka kadının yanına
gidiyoruz. Salima Özdemir acılar içinde kıvranıyordu. Ayağındaki
iltihap olmuş yanıklarına yapraklardan sargı bezi yapmıştı. Yaralarının
fotoğraflarının çekilmesi isteniyor, kadıncağız da acılar içinde
yaralarının üzerindeki yaprakları kaldırıp gösteriyordu. Şırnak’ta,
Cizre köylerinde, yani Botan’da, o acılı coğrafyada insanlık bıçak
sırtındaydı. Benim için de o an, bu çaresiz, yanıklar içindeki köylü
kadının acısını en derinimde hissedebilmek bütün temalardan,
sloganlardan, sosyolojik analizlerden, basın demeçlerinden, raporlardan,
iddialardan, çok daha önemliydi. Bu acıyı hissedebilmekle başlayacaktı
her şey. Korkunun, çaresizliğin, Cizre’nin, Şırnak’ın karanlık
sokaklarında kurşunlanıp ölmenin kendi başına ayrı bir anlamı vardı.
Ölenler hangi taraftan olursa olsun aynı meçhul ülkeye gidiyorlar, kurşun
bedenimize saplandığında, ellerimiz, ayaklarımız yanınca hangi
taraftan olursak olalım benzer acılar, sızılar yaşıyorduk...
“Güneşten Bize Ne?” Cizre’de bir bakkala kalem almaya girmiştim. Bu sırada biraz sohbet etmiştik. Bakkala, Cizre’de herkesin evinin önünde, bahçesinde hızla sığınak yaptığını söyledim. Bu konuda kendisinin nasıl davrandığını sordum. “Ben, kurşun girmesin diye, odalarımın penceresini duvarla öreceğim” dedi. Bense bu söz üzerine şaşkın, “Peki, karanlıkta kalmaz mısınız? Güneş girmez eve” deyince, bakkal son derece kırgın ve anlamlı bir şekilde, “Bize ne güneşten” diye yanıtlıyordu beni. Evet, “Bize ne güneşten.” Güneydoğu’da, o acılı coğrafyada pencereler taşlarla örülürken Türkiye’nin dört bir tarafında her kafadan bir ses çıkıyor. Devlet bir şey söylüyor, basın yalan yanlış haberler yazıyor, köşe yazarları atıp tutuyor, resmi ve özel demeçler birbirini geçersiz kılıyor; kimi yakalım yıkalım, diyor, kimi açıktan toplu katliamlar öneriyor. Aslında bunlara hiç gerek yok. Kendilerini bu konularda yetkili sanan kişilere bir önerim var: Ateş altına gönderdikleri ve her şeye rağmen akıl ve ruh sağlıklarını korumuş olan bazı polis, jandarma, özel tim görevlisi, hatta erlere bu işin nasıl çözümlenebileceğini bir sorsunlar bakalım. Sorsunlar ve insanların kanı üzerinden yapılan planların, hedeflerin ne denli taşınması ağır bir insanlık suçu olduğunu görsünler. Konuştuğum birçok güvenlik görevlisi Kürt meselesinin silahla, zorbalıkla, baskıyla asla çözümlenemeyeceğini Kürt insanını düşündüklerinden, inançlarından vazgeçirmenin asla mümkün olmayacağını söylediler. Üstelik kendileri de tükenmişler, çaresizliğin sınırına gelmişlerdi. Geceleri ölümü düşünmeksizin bir saniyeleri geçmiyordu... |
||
Geri Dönüş | [Ana Sayfa] [Biyografi] [Söyleşiler] [Eserler] [Posta] |