(1943-1999)
Şairin şiirlerini
okumak için
Diğer şairlerin
biyografilerini
okumak için
Bu şair
hakkında bilgi
eklemek için
| | Çocukluğum İstanbul’un çeşitli semtlerinde geçti. Üsküdar’da doğdum,
1 Ocak 1943. Cihangir’de, Kadıköy ve Üsküdar’ın çeşitli mahallelerinde
oturduk.Büyük bir göçer hayat yaşadık. Hemen her sene bir ev değiştirdik.
Hatta bir yıllığına Ankara’ya taşındık. Ortaokula kadar bu böyle
devam etti. Ortaokulda Galatasaray Lisesi’ne girdim, yatılı olarak.
Sekiz sene kıpırdamadan İstanbul’da kaldım tabii... Normal bir çocukmuşum. Sadece biraz çizermişim ve müziğe de kabiliyetli
olduğum yarım yamalak hatırlanıyor, söyleniyor. Ama bizim zamanımızda
her çocuk şarkı mırıldandığı için, bunun olağanüstü bir tarafı olduğunu
sanmıyorum. Çok basit, çok orta şeker bir çocukluk geçirdim. Ve
enteresandır, ilk çocukluk ve gençlik günlerimden şöyle suyunu sıksam,
anımsadığım olay gerçekten çok az... Müzikle ilgim ortaokul son sınıfta başladı, o benim müzikten ikmale
kaldığım sene aynı zamanda. Ortaokul son sınıfta sınıf arkadaşlarımla
bir grup kurmuştum, Barış Manço ve Kafadarları diye. Okul gecelerinde
çıkıp şarkı söyleyerek başladık. Bahsettiğim dönem 1958, tam snobluk
dönemimiz: Elvis Presley’in son şarkıları, Paul Anka... Ne gündemdeyse
onu çaldık, söyledik. İlk aşk, son aşk İlk aşk da aşağı yukarı o dönemde. Hatırlıyorum ama, biraz karanlıklar
arasında. Tabii doğal nedenlerle ismini vermek istemem şu anda.
Muhtemelen çoluk çocuğa, hatta belki toruna bile karışmış olabilir.
Herhalde çok güzel bir kızdı, ya da bana öyle gelmişti. 15-16 yaşındaydım.
Uzaktan bakışıyorduk daha... Bir gün merdivenden inerken, merdiven
otomatiği söndü ve o beni öptü. Ben çünkü cesaret edemiyordum, yaklaşamıyordum
bile. Dünyam şaştı, inanılmaz bir şey... On gün falan uyku uyuyamadım,
rüyada gibi gezdim. Herhalde aşk o olsa gerek. Aşk, ortaokul yaşlarında,
ilkokul son sınıfta başlayıp ortaokul son sınıfta falan biten bir
his. Buna ilk aşk deniyor ama, ilki sonu hepsi o, başka bir tane
daha yok. Ondan sonra, onun benzerlerini yaşıyor insan hayatta.
Sigarayı ilk içtiğiniz gün gibi: Ondan sonra devamlı sigara içiyorsunuz
hayatınız boyunca, alışıyorsunuz. Sonra sonra da, söndürmesini öğreniyorsunuz.
Derken marka değiştiriyorsunuz, filtreli alıyorsunuz, daha lüksünü,
daha pahalısını alıyorsunuz, askerde asker sigarası içiyorsunuz...
Yani buna benzer bir olay aşk, benim kanımca. Yani benim aşk üzerindeki
düşüncelerim nev-i şahsına münhasırdır. Onun için ilk son diye ayırmam,
bence aşk bir defa olur, ondan sonra onun değişik türlerini yaşar
insan. Belçika’da akademi yılları 20 yaşında, liseyi bitirdikten sonra, ben Türkiye olayını noktaladım.
Daha ileri bir şey yapamayacağımı biliyordum o yaşlarda. Gitmem
gerektiğine inanıyordum, bir yaz çalıştım, üç-beş kuruş para topladım.
Yurtdışına çıkmak için zorunlu olan bir 200 dolar meselesi vardı
o zamanlar. O 200 doların karşılığı olan parayı kazandıktan sonra,
tabii yol param olmadığı için otostopla çıktım gittim. 20 Eylül
1963: Yeni bir yaşam kurma amacıyla Türkiye’yi terk edişim. O gün
bugündür, 21 yıldır yurtdışında oturuyorum. Ondan sonra, ülkeme
kesin dönüş yapmadım. Askerlik yılları içinde geldiğim iki yıl hariç.
21 yıldır bu ikili yaşamı sürdürüyorum. İki ayrı yaşam ama, benim
için ayrı değil, ortak yaşam. Şimdi de 40 yaşımın ikinci noktasını
koyuyorum: Çocuklarım oldu, onların eğitimini göz önüne alarak yeni
baştan Türkiye’ye yerleşme planı içindeyiz eşimle. Yeni bir ev aldık,
ilkokul son sınıfa kadar sürecek olan ilköğrenim yıllarını büyük
bir ağırlıkla burada geçireceğiz. Ondan sonra zaten onların ikinci
noktalarına sıra gelecek. Böyle sıçramalar devam edecek... Yurtdışına ilk çıktığımda önce Paris’e gittim. O dönem öyleydi:
Paris’e gidiliyordu, sonra oradan dağılınıyordu. Paris son derece
cazibeli bir şehir. Ama Paris’te okuyamayacağımı bir ay sonra anladım.
Paris çok büyük, ben çok ufaktım, yani orantı yoktu aramızda. Okuyabileceğim
başka bir yer düşündüm. Tabii Fransızca konuşulan bir yer olması
mecburiyeti vardı benim için. Fransa’da üniversiteleri, akademileri
olan iki alternatif var: Lyon da, Grenoble da, Paris’ten sonra bana
bir hayli taşra şehri geldi. Düşüncesi de taşra. Fransızlar biraz
enteresandır, Paris dışında bütün Fransa taşradır, Almanya gibi,
İngiltere gibi büyük şehirleri yoktur. Büyük şehirleri de sadece
beton olarak büyüktür. Öbür alternatifler de İsviçre ve Belçika’ydı.
İsviçre’yi oldum bittim düşünmedim. Benim turistik amaçla bile gitmeyi
düşünmediğim bir ülke. Üç ayrı dilin konuşulduğu bir ülkedeki bütünlüğü
tam toparlayamadığım için beni çekmiyordu, otomatikman Belçika’yı
seçtim. Belçika’nın en Fransız şehri Liege kentidir, Liege’e gittim
ve oraya yerleştim. Direkt mimari eğitimine başladım. İlk bir yıl mimarlık eğitimi
yaptım. Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmiştim. Sonra, ikinci
yıl, mimariden iç mimariye döndüm, altı yıl süren iç mimari eğitimi
gördüm. Bu okulda ortaokuldan sonra eğitim görülüyor... Benim burada
liseyi bitirmiş olmam bir şeyi değiştirmedi, sanki ortaokulu bitirmişim
gibi beni en alt sınıftan aldılar. Evvelden bizim Güzel Sanatlar
Akademisi de böyleymiş. İsmi daha Sanayi-i Nefise-i Şahane iken,
normal ortaokul mezunları girerlermiş, sonradan lise mezunleranı
almaya başlamışlar. Hatta ben orta son sınıftayken, o yıl kaldırıldı
Güzel Sanatlar Akademisi’ne ortaokul mezunlarının alınması. Benim
yurtdışına gitmemin nedeni biraz da budur... Çok uzun süren bir
eğitim yaptım. Hep aynı dalda okutmuyorlar öğrenciyi: Seramik, heykel,
resim sanatı yani portre resmi, natürmort resmi, duvar dekoratif
resmiyle beraber dekoratif sanatlar, aklınıza gelen çeşitli sanat
dallarında öğrenim gördük. Bu arada arton film üzerine, fotoğraf
sanatı üzerine eğildik, gravür okudu, ifade ve ekspresyon sanatlarını
öğrendik. Burada lisede, ilkokul yıllarında pek parlak bir öğrenci
olmamama rağmen, Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ni yedi yıl sonunda
okul birincisi olarak bitirdim. Yüzde 93.8’le madalya aldım. Dolayısıyla,
çok iyi çiziyorum, çok sağlam bir desenim var. Genellikle halkımızın
bilmediği bir tarafım bu. İddialıyım. Bir sergi yapmadım, göstermedim
bir yerlerde desenlerimi. Basına filan vermedim. Ama, ileride düşünüyorum.
Birkaç sergide yapıtlarımı sergilemeyi, belki kitap olarak toplamayı
düşünebilirim... Müziğimde ne yapıyorsam, resimde de onun aynısını
yapıyorum. İçimden gçen şeyleri kağıda döküyorum. Her şeyi çizerim.
Müziğimin resimlenmiş şeklidir resimlerim. O yıllarda Fransa’da çok ağır bir sanat akımı vardı, kendi öz sanatlarını,
Manet, Monet, Renoir, Cezanne gibi ekolleri korumak için bütün yeni
akımlara karşı çıkıyorlardı. 60’lı yıllarda Fransa cehennem gibiydi
sanatçılar için. Kendi klasik sanatlarını korumak için her şeye
“hayır” diyorlardı. Bense rönesans ve Flaman ekollerini daha iyi
öğrenebileceğim, nötr, tarafsız bir ülkede okumayı tercih ettim.
Bir sebebi de bu. Bu arada, şunu da belirtmek lazım: şu gün Avrupa’nın,
dünyanın en büyük, en iyi illüstratörleri belçikalı veya Belçika’daki
okullardan çıkmış kişilerdir. Red Kit’den, Asterix’den, Şirinlerden
tutun, ne gelirse aklınıza, çizgilerin çoğu Belçika yapımıdır. Tenten
de Belçikalıdır. Hatta hatta o Red Kit’in çizeri Morris, benim okuduğum
akademide bizden dört sene evvel mezun olmuş bir arkadaştır, okulda
konferans veriyordu, gidip tanıştım kendisiyle . Keza Asterix’i
çizen Uderzo, bizim okuldan çıkmıştı. Desen konusunda sağlam, büyük,
köklü geçmişi olan bir okuldur. Bari Manso söylüyor İç mimar olarak hiç çalışmadım, kendi evimi bile dekore etmedim.
O bende sadece iyi bir anı olarak kaldı. Duvarda asılı, tozlu bir
diploma olarak... Bu dalda okumakta benim asıl amacım meslek haline
getirmek değildi. Çok küçük yaştan beri müzik dünyasında bir kariyer
yapmayı amaçlıyordum. Akademik müzik eğitimi görmek de istemiyordum.
Bir başka sanat eğitimi görmek istiyordum. Örneğin, tıp veya hukuk
eğitimini hiç düşünmemiştim. Yurtdışında çalıştım, okudum. Ufak tefek işlerin yanısıra, müzikle
bir hayli ilgilendim orada. Örneğin, gitmemin üzerinden bir sene
geçmedi, ben Fransa’da ilk plağımı doldurmuştum zaten. İşte bu karanlıkta
kalan bir konu. 1964’ün eylül ayında, ilk 45’lik plağımı Fransa’da
Fransızca olarak doldurdum. Dört şarkıdan oluşan o plağı arşiv olarak
saklıyorum. Renkli, pırıl pırıl kapaklı... Büyük Fransız komedyen,
şovmen Henri Salvador yaptı benim plağımı, onun kendi plak şirketinde
çıktı. Ve ben o plakla Europe 1, France-Inter, Luxemburg gibi radyolarda
programlara katıldığım gibi, Olympia’da konsere bile çıktım. Arkada
Franck Pourcel orkestrası çaldı. Franck Pourcel sahnede olduğu için
çaldı tabii, benim için gelmediler oraya, ama ben Franck Pourcel’le
şarkı söyleme mutluluğuna eriştim yermi yıl önce. Vokalleri Swingle
Singers yaptı. Tabii onlar da benim için gelmediler oraya ama, ben
Swingle Singers eşliğinde şarkı söyleme mutluluğuna da eriştim.
Bunlar, dikkati çekerim, yirmi sene evvel oluyor. Benim cahilliğime,
gençliğime toyluğuma denk geldi bütün bunlar. Yeterince değerlendiremedim,
duyuramadım. Zaten o dönemlerde ülkemizde müziğe bu kadar ilgi yoktu.
Es geçildi, “Paris’te bir Türk çocuğu”, “Barış kim?” gibilerinden...
Hatta hatta çok ünlü bir program yapımcımız, adını da vereyim, Engin
Arman, Paris’ten bu plağın geldiğini görünce şaşırmış ve düşünememiş
benim Türk olabileceğimi, üzerinde kocaman Barış Manço yazan plağı,
“Fransa’da müzik yapan genç şarkıcı Bari Manso” olarak sunmuş. Annem
programı dinler dinlemez, ayağında terliklerle fırlamış, taksiye
atladığı gibi İstanbul radyosuna gitmiş “yaa, benim oğlumdan bahsediyorsunuz,
onun adı Barış Manço’dur diye. Yurtdışına giden adam ilk ne yapar bilmem ama, ben 200 dolarımın
yarısıyla hemen bir teyp aldım. Gitarım zaten vardı yanımda, geri
kalan 100 dolarla da ufak bir yere yerleştim ve peynir ekmek yiyerek,
teybe bestelerimi okudum. Bandı Fransız plak şirketlerine gösterdim.
Ve Henri Salvador ilgilendi o zaman. Plakta dört Fransızca parça
vardı, biri benim bestem, üçü Amerikan şarkılarından, o zamanki
modaya göre. Ufak çapta bir kariyerim oldu. Yani bitim kanlandı
o zamanlar. Çıt çıt twist Ben Fransa’ya gitmezden önce, Batı formları dışında müzik üzerine
düşünüyordum zatan. Fransa’daki plağım, ilk plağım değil, “ilk Fransızca
plağım” aslında. Lise son sınıftayken zaten üç plak çıkarmıştım
Türkiye’de. Bu üç plak, o zamanki Grafson etiketini taşıyordu. Zaten
o zaman Türkiye’de tek plak şirketi vardı 45’lik plak basabilen.
Diğerleri, o simitçi tablası gibi büyük 78 devirli eski taş plakları
basarlardı. Grafson, 45’lik plakları ülkemize getirdi ve ilk kez
tabii Zeki Müren’in, Muzaffer Akgün’ün plakları çıktı. Ve ben de,
o zaman yaptığım müziğin ismiyle, hafif batı müziği tarzında ilk
plak yapan sanatçı oldum. Erol Büyükburç o zaman plaklar yapardı,
benden öncedir o, fakat 78’lik yapardı. Ben ilk 45’lik yapan ünvanını
aldım, ona unvan denirse tabii. Üç plağımvardı, o plaklarda o zamanın
modası twist parçalar vardı... Fakat son plağımda, “Çıt çıt çedene”
diye bir Orta Anadolu türküsünü yaptım.”Çıt çıt twist” adıyla, Türkçe
sözlerle. Bir plak daha yaptım, “Kızılcıklar oldu mu serelere doldu
mu? Diye, onun bandını bırakmıştım, fakat ben gittikten sonra çıkaramamışlar
o plağı. Keza, “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” diye bir türkü vardı...
Yani o zamanlar, 62 yılında, ben bir takım türküleri derlemeye,
aranje etmeye ve o günün ritmleri içinde yapmaya başlamıştım. 67
yılına doğru bende türkü yine depreşti. Gerçek yürüdüğüm kulvarda
bestemi 1970 yılında “Dağlar Dağlar”ı yazarak yaptım. Ama “Dağlar
Dağlar” herhalde benim onbeşinci, belki de daha fazla, yirminci
plağımdır diyebilirim. 1970’e kadar Türkiye’ye yalnız yaz aylarında gelebildim. İlk dört
yıl hiç gelmedim. 66 yılında 15 günlüğüne, 67 yılında üç haftalığına,
68 yılında bir aylığına geldim. 69 yılında iki ay geldim. Bu arada
konserler verdim. Ozamanlar gece kulüpleri pek bir modaydı: As Kulüp,
Batı Kulüp falan gibi... Boğaz’da bazı kulüplerde çalıştım. Budak
sinemasında bir gençlik konseri verdik. 69’da ilk kez İzmir fuarına
katılabildik. Ufak bir Anadolu türnesi yaptık. Demek ki 1963’le
70 arası, yedi sene içinde toplam dört buçuk ay gelmişim Türkiye’ye. Gavursun mavursun ama... 70’de, yanımda yabancı bir grup vardı, İngiliz, Amerikalı, Tunuslu
ve Belçikalı müzisyenlerden oluşan... Onlarla gerçek bir Anadolu
turnesi yaptık. Malatya’daydık, grupla ortak dil olarak Fransızca
ve İngilizce konuşuyoruz aramızda. İndik minibüsten şehre, aletleri
yerleştireceğiz. Birkaç delikanlı çevirdi etrafımızı: “Aboo cano
manco gongo...” gibilerinden bir takım sesler çıkarmaya başladılar.
Benim Manço’ya biraz “cango, ringo, camango” karıştırmışlar... O
zamanın kovboy filmleri var, İtalyan westernleri, onlarla karıştırdılar
herhalde. Ben “ne diyorsun kardeşim?”dedim. “Ana Türkçe konuştu,
aboo!” dediler. “Aferin gavura ne güzel Türkçe şarkı söylüyor” diye
konserde bağrıldığını hatırlarım ben. Uzak bazı kasabalarda ben
bayağı zorlandım kendimi kabul ettirene kadar. “Ben Türküm, işte
aynı kültürden geliyoruz” falan... “Yok abo sen Türkçeyi iyi öğrenmişsin,
aferin, gavursun mavursun ama, seni sevdik gayri...” Bıyığın altı kesik Fiziksel değişim biraz tesadüfler yardımıyla oldu. 1967’de büyük
bir araba kazası geçirdim Hollanda’da. Şimdi bıyığımı kessem, bütün
izler altından olduğu gibi çıkar. Bütün suratım boydan boya kesilmişti,
kaşımdan çenemin altına kadar, sonra onu kapatmak için bıyık bıraktım.
Bıyığımın altı olduğu gibi kesiktir benim. Bu bıyık böyle kendi
kendine oluştu. Tabii aşağı doğru sarkan bir bıyık olunca, saçı
da aynı oranda uzattım. Derken bu saç ve bıyıklar, kravat ve takım
elbise üzerinde garip durmaya başladı. Otomatikman elbiseler de
başladı aşağı doğru sarkmaya, saçaklar, püsküller falan derken ben
kıyafetimi buldum. Ancak, 1967’ye kadar benim çok konvansiyonel
bir görüntüm yoktu zaten. Lisedeyken de saçlarım uzundu sadece geriye
tarardım o zamanlar, o zaman öyleydi, kulaklar açıkta kalırdı, birayla
veya limonla ıslatıp arkaya doğru tarardık. Bugün Travolta’nın saçı,
25 sene evvel ülkemizde başka bir şekilde vardı zaten. 67’de gerçek
değişime uğradım. Ondan beri de hiç değişmedim. O yıllarda uzun
saç modaydı, onun da yardımı oldu. Sonra o modalıktan çıktı. Mevsimler
geçti ben kaldım. Kaygısızlar ve Moğollar Önce Les Mistigris-Mistigris Siyam’da bir vahşi kedi türü anlamına
geliyor- adında bir grupla çalıştım. Benden önce kurulmuş, Belçikalı
ve Martinikli müzisyenlerden oluşan ortak bir gruptu. Ben onlarla
iki yıl çalıştım, hem Belçika’nın, Almanya’nın, Fransa’nın çeşitli
kentlerinde konserler verdik, hem de 66 ve 67’de onlarla Türkiye’ye
geldim. Onların burada kalmaları yasal ve maddi bir takım sorunlar
yarattığı için ülkemde bir grupla çalışmayı yeğ tuttum sonra. 68
ve 69 yıllarında Kaygısızlar’la anlaştım ve onlarla çalıştık. 68’de
ben buraya geldim, kışın onları Paris’e götürdüm. Kaygısızlar’la
Paris’te iki plak yaptık. Bizim İngilizce bestelerdi. Ancak o parçaları
ortaya çıkartamadık, nedenleri çeşitliydi: Kaygısızlar ”biz yapamayacağız
burada” dediler. Ben tek başıma kaldım. Oysa, grup olarak prezante
etmiştik olayımızı. Bugün Mazhar Fuat Özkan olarak bilinen grubun
Mazhar ve Fuat’ı vardı Kaygısızlar’da. 68-69’da Kaygsızlar’la çalışmamızdan
sonra, onların Avrupa’da kariyer yapmaya yanaşmayışları beni yeni
baştan Avrupa’da kariyer yapmaya yanaşmayışları beni yeni baştan
Avrupa’da yabancı bir grupla çalışmaya itti ve o bahsettiğim bir
İngiliz, bir Amerikalı, bir Tunuslu ve bir Belçikalıdan oluşan Barış
Manço- Ve adını verdiğim grubu kurdum.O grupla 70 yılında çalıştık.
Dört ayrı ülkenin kültüründen gleen müzisyen, dört ayrı çalış tavrı
ve müzik anlayışı getirdi, bunun harcı içinde bir sürü şey öğrendim.
Bugün hiçbiri müzikle uğraşmıyor onların. Biri Hindistan’a gidip
kaldı, sonra Amerika’da halıcı dükkanı açtı. Biri Londra’da zaten
çok soylu ve varlıklı bir ailenin oğluydu, ense yapıyor. Belçikalı
olan, arkeoloji profesörü oldu. Galiba bir tek o Tunuslu, İsveç’te
ara sıra bazı programlarda davul çalıyormuş... Ne zaman bir yabancı
grupla çalışsam, onların Türkiye’ye gelmeleri, kalmaları, çalmaları
sorun oldu. Buna karşın, ne zaman da bir Türk grubuyla çalışsam,
onların yurtdışına gitmeleri sorun oluyordu. Biz bunu 1971’de çözdük.
Moğollar, Avrupa’da kariyer yapmaya meraklıydılar. “Türkiye’de de,
Paris’te de beraber çalışalım” dedik. Moğollar’la beraber Paris
yakınlarında bir ev tuttuk. Moğollar belli bir noktaya geldiler,
Fransa’da bir başarı kazandılar, ödül aldılar. Bu plakla tek başına
ödül almaları onları yüreklendirdi ve benden kopma kararı aldılar.
“Biz kendi başımıza kariyer yapıyoruz, en iyisi kendi başımıza devam
edelim” dediler. 70’li yıllar: çiçek çocuklar, hippiler, “savaşma
seviş”... Her şey iyi, kavga gürültü falan yok, biz de tabii bu
durumu kavgasız gürültüsüz hallettik: “Madem öyle düşünüyorsunuz
çocuklar, hakkınızdır”. Moğollar’la biz burada birleştik, Paris’te
koptuk. Biri benimle geldi: Engin Yörükoğlu. Moğollar’dan Engin
Yörükoğlu ve Moğollar’a benimle beraber katılmış olan Celal Güven
paris’ten Türkiye’ye gelerek, benimle beraber Kurtalan Ekspres’i
kurdular. Kurtalan Ekspres Bu grubun özelliği burada: diğer çalıştığım gruplar, hazır gruplardı.
Kurtalan’ı biz kendimiz kurduk. Gerçekten çok kıymetli müzisyenler
geldi, geçti, müziği bırakan olmadı pek. Kayda değer müzisyen olarak,
Ohannes Kemer vardı, çok yıllar önce Kadıköy Ticaret Lisesi’nde
bir grupta çalıyordu, Milliyet gazetesinin yarışmasında her sene
arka arkaya birinci olurdu bu grup. O grubu olduğu gibi aldık biz
Kurtalan Ekspres’e. Kaygısızlar o sıra dağılmıştı, Fuat gene geldi.
Ozamanlar Özkan yeni yeni çıkıyordu, o geldi. İlk kurulan Kurtalan
Ekspres devasa bir gruptu. Türkiye’de o sıralar flaş olan kim varsa,
aşağı yukarı o gruptaydı ve dokuz kişiydi Kurtalan Ekspres. Çok
iyi günlerimiz oldu, çok iyi şeyler yaptık. Derken, benim askerliğim
araya girince, o Kurtalan Ekspres’de geçici olarak dağıldı. Askerliğimden
sonra kurulan Kurtalan Ekspres tam on yıldır devam ediyor. Gazinolar yeni yeni bizimle ilgilenmeye başlamıştı. Biz Türkiye’de
süper flaş bir duruma glemiştik. Gelinebilecek en yüksek noktaya
gelmiştik ki, ben askere gittim. Yaşım gereği, tahsilimi bitirmemden
ötürü artık gitmem gerekiyordu. 28 yaş barajını aşmıştım, 29 yaşında
gittim. Askere gitmemin, sahne ve plak çalışmalarına büyük çapta
sekte vurduğunu söyleyebilirim. Yedek subaydım ben, ancak, bir takım
pürüzler nedeniyle normal süreden fazla askerlik yaptım, 19 ay 26
gün süren bir askerlik. Bu sürede hiç sahneye çıkmadığım, hiç televizyona
çıkmadığım için unutulmama düşüncesiyle, evvelden hazırladığımız
iki bandı plak haline getirerek askerliğin ortalarına doğru çıkardık,
kelimenin tam anlamıyla, idare ettik. Askerliğimin bitmesine doğru
da “Hey Koca Topçu Genç Osman”ı hazırlamıştım, topçu asteğmen günlerimin
etkisiyle, bir anı olarak yapmıştım. 20 aylık müzikten kopuk süreyi
noktalama amacını güdüyorduk.Bir noktaya kadar muvaffak olduk, fakat
çok da muvaffak olduğumuzu söyleyemem, çünkü iki senelik ayrılık,
bir dahaki iki sene kendini gösterdi. 74-75 seneleri bizim için
çukur senelerdi... Oduncu Nick 75 senesinde, kariyer arayışıyla bir daha yurtdışına gittik. Bütün
1976 yılını Belçika’da geçirerek İngilizce bir longplay hazırladık
ve bunu CBS’den çıkardık. Bu plak, askerliğimden beri süregelmekte
olan o suskunluğu bir anda yırtmaya yetti. Müzik yaşamımız tabii
bütün sanatçılarda olduğu gibi bir takım inişler çıkışlar gösterdi
sürekli. 78’in sonlarına doğru tekrar düşerken, 79’un başında bu
kez “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” ile bir başka çıkış yaptık. Bunu 80’de
“Halhal”, 81’de “Arkadaşım Eşek”, 82’de “Ali Yazar, Veli Bozar”
ve geçtiğimiz yıl da “Halil İbrahim Sofrası” gibi parçaları da içeren
üç albümden oluşan 30 şarkılık bir şey izledi, makinalı tüfek atışı
gibi... Toplumda oluşan imaj bu: Barış her zaman bir şey yapar.
Yurtdışında da tahminimizin çok ötesinde yankıları oldu “Nick The
Chopper” (Oduncu Nick) plağının. Tahmin ettiklerimiz olmadı, tahmin
etmediklerimiz oldu, yani bir takım tuhaflıklar komedyasıydı. Biz
plağı çok büyük bir Amerikan şirketine, CBS’e yaptırmıştık. Amerikan
şirketi olmakla beraber, tamamen Avrupa’ya yönelik bir plak yapmak
istiyorlardı. Paris’te anlaşma yapıldı. Biz plağı İngilizce yapma
fikrimizde ısrar edince, plağın prodüksiyonunu Belçika’ya kaydırdılar.
Ancak plak İngilizce olmasına rağmen, İngiltere’de çıkarmayı kabul
etmediler, “bu plak İngiliz müzik zevkine, İngiliz halkının ortak
kültürüne uymamaktadır” dediler. Doğaldır, biz de arkamıza baka
baka döndük İngiltere’den. Plak Hollanda ve Belçika’da çıktı ilk
olarak, Benelux ülkelerinde çıktı, anlaşma orada yapıldığı için
çok cüzi bir miktarda Fransa aldı... Buna karşılık, içindeki Doğu
karakterinden ötürü, birdenbire Fas müthiş bir siparişte bulundu
ve biz Fas devlet radyosunda 12 hafta liste başı kaldık. O bize
çok önemli bir kapı açtı. Fas’ta uzun süre büyük otellerde uzun
süreli program yapmak için teklifler geldi, ama gidemedik. Sonra
daha aşağılara indi ünümüz. Fildişi sahilleri, Gine ve Senegal’de
gürültü koparık. Bu üç ülkenin televizyon kuruluşları bizim için
bir program çektiler. 1978 yılının başlarında Gine’de, Senegal’de
ve Fildişi sahillerinde gösterildi program. Fakat arkasından bir
şey gelmedi. Nasıl gelebilirdi de bilmiyorum. Belki uluslararası
bir menejerle anlaşıp oralara gitmek gerekirdi, biz bunu yapamadık.
Derken, İran’dan benzer haberler gelmeye başladı. İsmi değiştirmişler:
İranlıların böyle bir huyu vardır, isminiz ne olursa olsun, onu
değiştirip kendilerine göre bir isim takarlar. Mehmed El Şahin falan
gibi bir isimle benim bu albümü çıkardılar, kaseti de kibarlık olsun
diye gönderdiler: Kaset benim kasedim, ben söylüyorum, üzerinde
benim resmim var, ama altında başka garip bir isim yazıyor. Kültürü
bize yakın ülkelerde hareket getirdi şarkılar. Romanya’da hakeza
liste başına yükseldik. Çeşitli Balkan ülkelerinde yükseldik ve
gide gide 1980 senesinde bir Yunanlı şarkıcı bizim bu albümdeki
şarkıların dördünü alarak Yunancaya çevirip kendi ülkesinde plak
yaptı, adam da bunlarla meşhur oldu bu sefer. Ne yazık ki bu plak
daha bir hafta evvel elime geçti. Belçika’da oturan büyük abime
yolladım, çünkü telif haklarımız için yasal işleme girmemiz gerekiyor.
17-18 ülkede adımızın döndüğünü, şarkılarımızın dinlendiğini öğrenmiş
olduk. Dede Korkut, Pir Sultan, Çetin Altan Müzik konusunda benim çok fazla söyleyecek sözüm yok. Akademik
bir müzik eğitimim, bir müzik tahsilim yok. Ben sadece doğal olarak,
Allah ne verdiyse, onun verdiği hislerle beynimden geçenleri elime
vurup sonra onu kağıda dökerek müzik yaptığım için, daha çok algılarımla,
hislerimle hareket ediyorum bestelerimi yaparken. Herhangi bir teknik
yoldan hareketle, şöyle yapılmalıdır, böyle yapılmalıdır gibi değil.
Bu şekilde yapılan besteler aşağı yukarı yüzde 50’dir dünyada. En
azından, Eurovision şartnamesinde bile beste şöyle yapılmalıdır
diye şartlar, kurallar var. Ben kural tanımayan, ikinci yolu seçtim.
Kural tanımayan demeyelim de, kuralları bilip de kurallara bağlı
kalmayanlar arasında yer alan bestecilerden biriyim. Hissettiğim
gibi bestelerim. Ancak, her yazdığım besteyi, önden bir hikaye,
bir kurgu olarak kafamda toparlarım. Bu öyküyü, bu olayı müzikleyeceğim
diye otururum. Yani önce hikayeyi kuruyorum, sonra ona müzik yazıyorum,
en son da sözleri yazıyorum. Türkçe bir kelimeyi anlayan herkes benim dinleyicimdir. Bir kelimeyi
anlaması yeter. Türk ve Türkçeden nasibini almış kaç milyon kişi
varsa dünyada, bunların hepsi benim dinleyicimdir. Ben bu gözle
bakıyorum. Bugün Sovyetler Birliği’nde de 100 milyon civarında Türk
kökenli Sovyet vatandaşı var, çeşitli Balkan ülkelerinde de var,
Arap ülkelerinde, Hindistan’da, İran’da, pakistan’da var... Bunların
hepsi benim dinleyicimdir, dinleyicim olmalıdır varsayımıyla hareket
ediyorum. Çok gönül rahatlığıyla bunu söyleyebilirim: Ben Türkiye’deki sadece
müzisyenlere göre değil, bütün sanatçılara göre çok daha geniş bir
yelpazede izleyiciye sahibim. Bunun kasılmayla falan ilgisi yok.
Biz Türkiye’deki herhangi bir sanatçının kucaklayabileceğinden çok
daha fazlasını kucaklayabildiğimizi biliyoruz. Dünden beri biliyor
olsak yanılmışız denebilir, geçen seneden biliyor olsak tesadüf
denebilir, ama 15 seneden beri biliyoruz. Köylü kentli diye ayırmıyorum.
Dağlara, mağaralara kadar girdiğimizi biliyorum. Erzincan’ın oralarda
bir dağın tepesinde bir jandarma karakolu, iki plaktan biri benim
plağımdı. 1972 yılında gördüm bunu, Pülümür’de. Bir de yaş olayı
var. Küçük çocuklardan babaannelere, dedelere kadar genişleyen bir
dinleyici kuşağımız var. Bunu ben sadece kişisel bir başarı olarak
yorumlamıyorum. Bu benim kişisel kazancım, başarım değil. Başından
beri üzerinde özenle uğraşıp çaba verdiğimiz asıl gerçek olaya duyulan
ilginin bizde yansıması olarak görüyorum bunu. Ki bu da, bizim kendi
hafızamız, kendi kültürümüz. Türklükten biraz nasibini almış bir
insan bizi otomatikman dinler. Onların hepsi Nasrettin Hoca duymuşlardır.
Bektaşi duymuşlardır, Dede Korkut duymuşlardır... Bundan sonra Karacaoğlan’ı,
Pir Sultan Abdal’ı duymuşlardır... Bugün Çetin Altan’ı, Yaşar Kemal’i,
Aziz Nesin’i duymuşlardır. Ben bunların hepsini sabahtan akşama
kadar okuyan bir insanım. Ben bunları 25 yıldır okuyorum. Daha başka
şeyler de okuyorum. Bunların hepsinin kafamda oluşturduğu bir çamur
var. Ve bu çamurdan bir şeyler fışkırıyor. Bizim tek başına bir
başarımız yok. Biz sadece çok iyi bir sentezci olduk. Ben bütün
öğeleri çıplak gözle görebildim. Ve hemen sentezine girdim. Büyük
zaman kazandırdı bana. Sıfırdan başlamam gerekmedi bir takım olaylara. Delidir, ne yapsa yeridir Ben baştan kuraldışıyım. Beni gören adam bu bilerek hazırlıklı
geliyor zaten. Dış görünüş önemli bir ayna. Bizim kuraldışı bir
insan olduğumuzu zaten 18-20 yıldır biliyor benim izleyicim... Otomatikman
yaklaşırken zaten gardını alarak, “bu adam bildiğimizin dışında
bir şeyler söyleyecek” düşüncesiyle yaklaşıyorlar. Bu durumda, kentsoylu
da olsa, kırsal kesimden de gelse, hiçbir şey değişmiyor. Biz de
hakikaten onun beklediğinin haricinde ya da beklediğinin fevkinde
bazı şeyler söylüyoruz. Gene söylüyorum: Bu benim kişisel başarım
değil. Absürdün kralı bizim toplumumuzda var. Dede Korkut okumuş
bir insanın başka absürd bir şey okumasına fırsat kalmadan, absürdün
zaten bizim kültürümüzde olduğunu bilmesi gerekir. Veyahut bir Bektaşi
okuyan, bir Nasrettin Hoca okuyan biri absürd olayının dibine kadar
inildiğini bizim toplumumuzda bilir. Ben de bunu varsayarak konuya
giriyorum. Bundan o kadar emin olarak giriyorum ki, karşımdaki de
beni emin bir şekilde dinliyor. Bu diyalog kurulduktan sonra, gerisi
kendi kendine geliyor. Zaten mesele, zincirin birinci halkasını
bağlamak bence. Ondan sonra, geriye kalan halkalar birbirine bağlanarak
gidiyor zaten. Dolayısıyla, ben 17-18 yıldır üzerine çalıştığım,
hele son yedi-sekiz senedir iyiden iyiye yerleşmiş bir olayı artık
izah etmekte zorluk çekiyorum, çünkü çoktan unuttum o diyaloğun
nasıl kurulduğunu. Kuruldu gidiyor. Benim olağanlaştı. O bekleniyor,
biz de onu yapıyoruz. “Delidir ne yapsa yeridir” diye bir laf var.
Bunu biraz yumuşatarak yinelersek, halk bizim her yaptığımız yeni
plağı biraz böyle bekliyor. “Kendimi hıyar gibi hissediyorum” parçasını yaptığım dönemde kendimi
aşırı bir yalnızlığın içinde hissediyordum. Türkiye’de bir müzik
dünyası var, benim bu olayda belli bir yerim var. Benim gibi A,B,C,X,Y,Z
gibi şahısların da belli görevleri, yerleri var. Bu şahısların çok
büyük bölümünün benim anladığım gibi veyahut yıllar önce hepimizin
anladığı gibi görevlerini yerine getirmedikleri düşüncesi bende
uyanmıştı. Ve bu düşünce içinde yalnız kalmışlığımı anlatmak istedim.
Müzikle sınırladım ama, ülkemizdeki kitlelerarası iletişim yapan
kişilerin görevlerini yapmamalarına karşı hafif bir protesto olarak
çıktı o parça. Bir takım çabaları elinin tersiyle iten insanları,
bu kraldan çok kralcı insanları yermek için yaptım. Kader, felek,
ah vurulmuşum, yanmışım edebiyatı yaptıktan sonra, milyonlarca liralık
Mercedes arabalarda gezen insanların dramını göstermek için yaptım.
O şarkının sözleri çok daha uzundu baştan, bir şarkı boyutlarını
aştığı için durdurmuştuk. O zaman kendimi niye hıyar gibi hissettiğime,
yalnız hissettiğime daha bir açıklık getiriyordu. Sonra baktım,
aşırı bir protesto olayına dönecekti, oradan kurtarmak için bu şekilde
bıraktım. Arkadaşım eşek Çocuklar zannediyorum, beni daha çok Tarzan, Red Kit falan gibi
bir resimli roman, bir masal kahramanı gibi görüyorlar. Dış görünüşüm,
kıyafetlerim, takılarım ve de onların çok anlayacağı bir dille şarkı
söylemem onlara cazip geliyor. Büyük bir kısmının gözünde Tarzan’dan
farkım yok. Karşı karşıya geldiğimizde çok şaşkınlık içinde bakıyorlar
bana, “aaa bu da babamız gibi birisiymiş!” diye. Ama ben özellikle
çocuklar için şarkı yazmıyorum. “Arkadaşım Eşek”i ben çocuklar için
yazmadım. Fakat çocukların çok iyi aldığını görünce, olayın biraz
daha üzerine gidip, bir çocuk programında bu şarkıyı söylemeyi yeğ
tuttum. Ondan önce “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”yı seçmişlerdi çocuklar.
Ve benim gündemdeki son parçam “Halil İbrahim Sofrası”, ki müzik
zamanlaması, söz, içerik bakımından en ağır parçamdır, altı dakika
süren bir şarkı o. Muazzam uzun sözleri var ve çoluk çocuğun dilinde
o parça. Normalde çocukların küçük bir kısmını bile ezberlemesinin
çok zor olduğu bir şarkıdır, ama öyle... Oralarda kendilerini bulabildikleri
bir şeyler mutlaka oluyor. Aslında, Halil İbrahim sofrası diye bir
deyim de yoktur. “Halil İbrahim bereketi” vardır. Bir de “Zekeriya
sofrası” diye bir deyiş vardır. Yıllardır, kendi absürd anlayışım
içinde, çatırmadan sürdürdüğüm başka bir taktik bu. Hiçbir şeyi
folklordan olduğu gibi almıyorum, kendi kafama göre yeni baştan
yazıyorum. Keza Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın da “gel senin borcunu
ödiyim” dediği de vaki değildir. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, kim olduğu
bilinmeyen bir insandır. Benim şarkımda onun bunun borcunu ödeyen,
aslında ödemeyen, dümenden birisi gibi geçiyor. Keza yıllar öncesinden
benim “İşte Hendek İşte Deve” diye bir şarkım vardır, öyle bir deyim
de yok. “Deveye hendek atlatmak” diye bir tabir vardır. Ben bir
takım benzetmeler, çağrışımlar yaparak başka şekillerde söylüyorum.
“Halhal” unuttuğumuz bir kadın takısıydı, onu hatırlattım ben. Maşallah,
şimdi herkes yeni baştan takmaya başladı. Frank Zappa, Quincy Jones Zappa’ya benzetilmem beni rahatsız etmez, hatta sevinirim. Özellikle
müzisyen olarak çok beğendiğim bir herif. Konserlerinden birinde,
kuliste bir plağımı hediye ettim kendisine. O da on bin kişinin
karşısında sahnede, plağı elinde tutup “Barış Manço’ya bana plağını
verdiği için teşekkür ederim” dedi. Olay 1976’da Brüksel’de cereyan
etti. Jesti dolayısıyla da çok sempati duyduğum bir müzisyen arkadaşımız.
Fiziki bir benzerliğimiz biraz var galiba hakikaten. Söz bakımından
çok geniş, çok derin şeyler yazar Zappa, felsefidir, safkan absürddür.
Müzik olarak benzemeyiz. Çalışmalarımın dışında müzik dinlemeye çok az zamanım olduğundan,
biraz etrafımda, yanımda yöremde neler yapılıyor, onu dinlemeye,
takip etmeye çalışırım. Bir de bileğini bükemediğim ustalar var.
Bunlar şu sıralar Amerika’dan çıkan, çok çok çok nadir olarak da
Avrupa’dan çıkan birkaç müzisyenin ürettiği parçalar. Amerika’dan
iki büyük ustam var. Bunlardan biri Quincy Jones, diğeri Isaac Hayes.
Özellikle onları takip ederim. Quincy Jones, Michael Jackson’ı ortaya
çıkaran adam. Otuz sene önce Ray Charles’ı da ortaya çıkaran adam.
Quincy Jones başka bir adam. Onun elinden yetişmiş Herbie Hancock,
Chick Corea gibi adamları da takip ederim. Onların evrimlerini izlerim.
Bir de Isaac Hayes ve benzerleri gibi doğaçlama, içinden geldiği
gibi müzik yapanları, onların kariyerlerini takip ederim.Bu insanların
yüzde 90’ı siyah Amerikalı, bir kısmı da Güney Amerikalı. Yaptığını
bilen, bilincinde olan insanlara oldum bittim çok saygım vardır. Spielberg’le ortak yanlar Steven Spielberg Tenten’i yapmak istiyormuş. Spielberg’i çok büyük
zevkle izliyorum. Spielberg’in adını millet genel olarak “Jaws”dan
bilir, bir parçacık... En son “ET”yle falan biraz bilinir... Ama
bu adamın çok daha enteresan bir filmi var kimsenin bilmediği: “Düello”,
16mm. Kamerayla çektiği ilk filmi. Benim o zamandan beri takip ettiğim
bir yönetmen. “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar” (The Clouse Encounters
of the Third Kind) benim dünyada gördüğüm ilk on film içinde muhtemelen
birincidir. Görkemli bir film. Ana geminin bir geliş sahnesi var son yirmi
dakika, orası başlıbaşına bir film, bir abide... Onu ancak büyük
ekranda dolby ve stereo sesli bir yerde seyretmek lazım. 78 senesinin
başında çıktı o film, Londra’da ben böyle şartlarda seyretme şansına
sahip oldum. Odeon sinemasında. Film neymiş anladım. Film oymuş. Spielberg popüler kültürle sanatı birleştirenlerin büyük bir örneği.
George Lucas da çok önemli. Sonra Landis var, apayrı bir olay, bir
"evenement” o herif. Spielberg’le benim ortak noktalarım var.
O da mesela pat “ET”yi (Extra Terrestrial) yapıyor, bütün çocukları
sürüklüyor. Bu arada, Spielberg 16mm.’den 70 mm.’ye bir günde atlamış
bir adam. Günün bütün icaplarını sonuna kadar kullanıp, sanatsal
olarak hiçbir ödün vermeden son derece popüler olaylar da yapmış.
Michael Jackson aynı olaydır müzikte. Michael Jackson’ın klip filmlerini
de çekenler Landis ve Spielberg’dir zaten. Paul McCartney’le yaptığı
“Say Say Say”i Spielberg çekmiştir. Orada John Landis’i aldığı gibi,
arkada da Quincy Jones’u almış, müzik adamlarının en büyüğünü. “Beat
It”teki meşhur gitar soloyu çalmaya Van Halen’ı çağırmışlar. Şu
anda Amerika’da en iyi gitarist Van Halen. Her şeyin en iyisi alındığı
zaman zevler basite indirgeniyor. B du güzel bir Fransız sözü: “Ben
çok sade bir insanım, her şeyin en iyisini alırım” demiş herif.
Bunlar sadelikten kaynaklanan olaylar. En iyisini alıp işi bitirmek.
Bu yeni bir sanat görüşü olsa gerek. Ki zannediyorum bu, 1960’lardaki
Andy Warhol’lara falan dayanıyor. İlk, esas yeni gerçekçi Amerikan
akımından kaynaklanan bir olay. Amerika 60’da Avrupa karşısında
yenik düştü harpten sonra, bir toparlanma çabası içinde, Fransa’nın
dada’sına falan karşı pop art kavramı çıktı. Andy Warhol’un ortaya
attığı bir takım varsayımlar vardı. Onun temeline inşa edilmiş bir
olay. O dönemde entelektüel kaldı. Ama, ondan sonra kuşak meseleyi
kavradı, o kadar entelektüel kalmanın gereksiz olduğunu anladılar.
Hem popüler hem sanatsal bir şeyi en iyi araçların, en iyi tekniklerin
kullanılarak yapılabileceğini ispatladılar. Hadise bu. Bunun için
bir kuşak geçmesi gerekmiş. Yirmi sene geçmesi gerekmiş. Hoş, Spielberg
de tek başına olmadı, arkasında Kubrick’e güvendi. Müzikte de Beatles
önemli, onlar da Everlyn Brothers’a güvendi. Beatles durup dururken
fırlamadı ortaya. Hepsinin arkası var. Çıkarken ortaya, kendilerinden
evvel daha iyi yapılmış şeyleri alıp, onları hazmedip birdenbire
sıçrama yaptılar. Bir sıçramayı yaparken, geçmişteki bir dönemi,
bir devri, insana destek temeli olabilecek bazı olayları komprime
bir şekilde sıkıştırp yerleştirebilirsen, sıçramanda büyür bir payda
elde edebilirsin. Bizim 2000 yıllık kültür dağarcığını sıkıştırıp
sekiz-dokuz kitap haline getirmeyi ve okumayı kendime yol edinmiştim
ben de. O aşamayı çok erken kapattığım için, ondan sonraki bazı
merhaleleri aşmak çok kolay oldu. Yeni gelen kuşaklara yıllarca
bunu öğütledim. Ama genellikle bir kulaktan girip öbüründen çıktı.
Anlamadılar. Hala onun arayışı içinde olan çok genç sanatçı arkadaş
biliyorum ben, müzisyen olsun, ressam olsun, yazar olsun, şair olsun...İşin
sırrı budur diye anlatırdık. Ama, anlamadıkları için hala aramaya
devam ediyorlar.
(1984 yılı sonlarında Egemen Bostancı, Barış Manço için bir müzikal
yazdırmaya karar verdi. Ertem Eğilmez aracılığıyla yazar olarak
bu işe ben giriştim. Adı “1002, Gece Müzikali”olarak konan bu gösteri
nedeniyle, Barış Manço”yla sürekli görüşmeye başladık. Müzikal yazıldı.
Barış bunun için besteler bile yaptı. Ama sonunda ayrıntılarını
bilmediğim bir nedenle Egemen’le Barış’ın arası açıldı. Müzikal,
bir köşeye kondu. Ama bu çalışma sırasında ben teybi açıp uzun uzun
Barış’la konuşmuş, onu tanımaya çalışmıştım. 15 yıl sonra, onun
acı veren bu beklenmedik ölümünün ardından bu bantlar ilk kez yayınlanıyor.
Gökhan Akçura)
Barış Manço'nun bugüne kadar yaptığı söyleşilerden kısa notlar :
----‘‘Ülkemizdeki şöhret meselesine gelince... Amerikalı bir meslektaşımın
lafını çok tutmuştum. 2000'li yıllarda herkes meşhur olacak ama
sadece 15 dakika için...’’
----‘‘Ben gerçek bir rocker'ım. Belki kimse farketmiyor ama hayatımı
hep rock felsefesine göre yaşadım. Çok gezdim, çok gördüm ve gördüklerim
sayesinde bilgimi arttırdım... Hep sordum, sorguladım...’’
----‘‘Biz evde Lale'ye çocuklarla birlikte anne deriz... Çünkü o
ben dahil hepimizin annesi... Ona çok şey borçuluyum’’.
----‘‘Ben hiçbir zaman Japonya'da yaşamak istediğimi söylemedim.
Bu çok komik... Evet bana pek çok olanak sunuldu ama ben ülkemi
seviyorum ve buradan ayrılmayı da düşünmüyorum...’’
----‘‘Yaşantımızın her dakikası programlıdır. Başka türlü bu tempo
ayak uydurmak mümkün değil... Çalışmayı seviyorum, bu yaşam tarzımı
da. Tek programlayamayacağımız şey ölümdür..’’
----‘‘Siyaset girmem hayattaki en büyük hatamdı. Ama uçurumun kenarından
döndüm. Baktım ki oradaki şartlar bana ve sağlığıma zarar verecek
vazgeçtim. Ama bana uzun bir rahatsızlık süresine mal oldu...’’
----O yıllarda müzik dünyası da politik kısır çekişmelerin içine
düşmüştü. Anadolu yollarında bir konsere giderken otobüsü bombalandı.
Ölümden dönmüştü. Şöyle anlatmıştı o geceyi ve sonrasını: ‘‘Beni
komünist diye öldürmek istediler. Bıyıklarım yüzünden beni Mao'cu
sandılar.
Sonra Türkeş'çi diye anıldım. Siyasetle hiç ilgim yok. Ben Türklüğümüzü
korumamız gerektiğine inanıyorum, o kadar.Ben gerçek bir 68 kuşağıyım.’’
----"DYP'den Kadiköy baskan adayi oldum... Belediyelerin sorunlari
belli zaten... Farkli bir renk vardir, farkli bir yaklasim vardir...
Çocugun sagligi diye bir olay var... Zaman zaman ana çocuk sagligi
gündeme gelir... Hastane olabilir, gençlik merkezleri olabilir...
Bunlar benim hep düsündügüm seyler"
----"Ben bir sarkici olarak gelmedim bu dünyaya, düsüncelerimi
aktarmak üzere geldim... Bu, gün geldi sarki söylemekle oldu, gün
geldi bir televizyon programinda bir çocugun saçlarini oksamakla
oldu... Gün geldi, Güney Kutbu'nda penguenlerle konusmakla oldu,
gün geldi Ekvator'da suyun nasil döndügünü aramakla oldu... Simdi
insan en iyi kendini bilir herkesten önce... Ben de bildigim kadariyla
kendimi anlatmaya çalistim... Kendimin dogru olduguna inandigim
seyleri aktarmaya çalisacagim insanlara"
----"Çanak çömleklerle tüketilen gazetelerin oldugu, bin-iki
bin kitabin ancak okundugu bir memlekette güzel seylerden bahsetmek
oldukça zor. Ben bunu kültüre karsi bir direnis olarak görüyorum.
Direkt olarak da halki suçlu buluyorum. Benim açimdan bir problem
yok aslinda. Programlarim seyrediliyor ve bu camiada kirk yili doldurmus
bir sanatçiyim. Hiçbir seye ihtiyacim yok.
----Türkiye’nin önü açik. Kültürümüz bütün çagdas degerlerin üstünde.
Bu degeri islemek gerekiyor. Benim seyahatlerim, çocuk programlarim,
röportajlarim bu güzellikleri ortaya koymak ve evrensel düzeyde
taninmasini saglamak üzerine kuruludur. Ben kendi adima önemli seyler
yaptigima inaniyorum ve herkesin ayni oranda çalismasi gerektigini
savunuyorum.
|