(1965-####)
Şairin şiirlerini
okumak için
Diğer şairlerin
biyografilerini
okumak için
Bu şair
hakkında bilgi
eklemek için
| | KEÇİ OĞLAK PEŞİNDEN DERS
ÖĞRENCİ PEŞİNE Hayat hikâyemi bana sormayın, hos buraya hazır gelmişseniz sizi
bu hikayeden mahrum etme gibi garip bir tavır içerisine gireceğimi
sanıyorsanız elbette yanıldığınızı birazdan anlamış olduğunuza kaanat
getireceksiniz.... Leylaklar baharda açarmış, ben ise zemheride açmışım gözümü dünyaya;
bu sebepten insanlar ölmüş o karakış soğuğundan, boradan, f ırtınadan.
Benim doğmamla elbette sevinenler olmuş ama birisi var ki o da doğmama
içinden gelen sızım sızım sızıların etkisiyle üzülmüş, üzülmüş...
ama ne çare ki üzülmesine hiçbir şey çare olmamış... sadece ağlamakla
yetinmiş doğmama üzülen kişi.. Şubat 1965'te çok mu çok bir kış yaşamış baharları kirazlı Aliverenliler...
Bir de ben gelmişim garip anamla garip babamın başına... Biz olmuşuz
hanede yekunen altı kişi... Oncekilerden farklı imişim elbette...
Çünkü benden önce gözlerini bu fani dünyaya açanlar, bana hiç mi
hiç benzemiyorlarmış, daha doğrusu ben onlara benzemiyormuşum: çünkü
ben er oğlu erkek çocukmuşum tabii... Bu yüzden bana "Bayram"
demek istemişler önce, gerçi ertesi gün de gerçekten Ramazan Bayramı
imiş diğer taraftan... Ama iyi ki rahmetli dedem varmış; o da olmasa
imiş adım "bayram" a çıkacakmış... Neyse ki dedem "Hüseyin"
sayesinde adımı " Hüseyin" olarak koymuşlar. Adım olmuş Hüseyin. Tabii, o zaman kelimenin anlamını bilerek vermemişler
onu bana ad olarak. Boyle bir düşünceleri olmasa da isabet etmişler
hani... Çünkü hüseyin, "güzelcik" yani "küçük güzel"
anlamına gelir idi ve onlar bunu bilmiyorlardı. Ablalarım, elbette
beni sevmişlerdir, ileride onlara yapacağım şakaları bilemezlerdi
tabii... Beş yaşımdan öncesinde neler yaptığımı hatırlamıyorum; ama sonradan
annemin anlattıklarına göre ona epey eziyet çektirmişim... Ah anneciğim,
bilseydim sana eziyet çektirir miydim? Ekin tarlalarında sırtında
dolaşır mıydım? Babamla çift sürerken buğday tarlasında, o yakıcı
güneşin altında sırtında sana yük olur muydum? ... heyhat! Çok eskilerden ilk hatırladığım şey, rahmetli "Dudu"
ninemin benden getirmemi istedikleri olmuştur, en büyük ablamla
keçiye giderken... Ninem, benden su tenekelerinin üstüne örtebilmesi
için kırk santimetre karelik bir yatay ve düz taşlar isyordu, mermer
kalıbı gibi olanlarından... Ocağın başında, abdest almak için ısıtacağı
sularını ısıtmak için ocak başına koyacağı tenekelerin üstlerinin
örtülmesi gerekti, suların içerisine çör çöp kaçmaması için... Bu
sebeple istiyordu benden o yatay, düz ve "sırlan" taşları... Sonra ortanca ablamla oğlak gütmeye gitmiş olduğumuz zamanlarda
ben hep kaytarır gerilerde oyuna dalardım o uçsuz bucaksız dağlarda...
dağlar alabildiğine geniş ve özgürdü... Kimse neden burada oynuyorsun,
aman dikkatli ol buralarda sana araba çarpabilir diyen yoktu...
Doyasıya özgürlük vardı doğada, doğamızda... Sular bile fütursuzca
akıyordu derelerde- çünkü bizim oralarda ırmak debi ve rejiminde
su bulmak mümkün değildir- ,çoğu kez akşamlardım o bayırlarda, taşların
arasında; ağaçların arasında... Oyuncağım ya bir sağlam çam kabuğundan
bıçakla yontulmuş bir araba ki onları kendimiz yapardık ... İSO-1001
Belgesi henuz yoktu bizim oralarda; bu yuzden oyuncaklarımızın kalitesini
ölçemedik, ama kalplerimiz ölçüyordu ya her şeyi nasıl olsa... Bazen de, doğal tebeşir kayalarından yapardık arabalarımızı, oysa
ki hiç mi hiç, araba da binmemiştik o zamanlardan daha sonralarına
kadar... Hatta İlkokulu bitirdiğimde henüz arabaya binmiş değildim;
arabadan kasdettiğim şey; taksi, dolmuş ve kamyon gibi vasıtalardı...
Ortaokulun, lisenin ve üniversitenin varlığından bile haberim yoktu...Sadece
bildiğim, Öğretmen Liseleri varmış, oraya da İlkokul öğretmenlerimizin,
gitmelerine öncülük ve rehberlik ettiği öğrenciler gidebilirmişti
o zamanlar... İlkokuldan sonra bildiğim tek okul o idi... Lakin,
o kadar da başarılı bir öğrenci değilmişim ki öğretmenim o okulların
sınavlarından haberdar etmedi beni... Benim bildiğim diğer bir okul
şekli de kursa gitmekti. Bizim köyün hemen altında "kurs"
vardı ama ben oraya gitmek istememiştim. O güne kadar herhangi bir
araca binmemiş olan ben, komşu köye gidersem arabaya daha az binmiş
olcaktım. Bu sebeple oraya gitmemekte ısrarlıydım... Bu arada bazı arkadaşlarım ilimize, Denizli'ye, okumaya gitmişlerdi;
bir yandan onların gidişi, diğer yandan da babamın beni Denizli'ye
göndermekteki tereddütleri... beni çileden çıkarıyordu... GÖZLERİMİN, PERDELERİNİ ARALAMAYA BAŞLADIĞI ZAMANLAR
Arabaya doğru yürümeye başladığımda gönlümdeki hıçkırıkların sayısında
nisbeten bir azalma olmuştu. Çünkü istediklerime doğru yol almanın
sevinci ve heyecanı içerisindeydim. "Dolmuşa" bindik,
o zamanlar öyle derlerdi, ford minübüsler vardı; Denizli - Çameli,
Çameli - Denizli seferleri yaparlardı da biz onlara binerek Denizli'ye
giderdik. Kendi köyümüzün arabası, "vesayit"i yoktu henüz.
En büyük araç olarak minübüsleri görmüş olduğum için Denizli'ye
doğru yaklaşırken çok değişik araçlar gözüme ilişmeye başlamıştı...Şehre
yaklaştıkça araçlardaki farklılıklar ve sayıları artıyordu. Yollarda
da değişiklikler vardı... Toprağın üstü nedense kapkara idi; yoksa
önceden duymuş olduğum "asvalt" denen yol bu muydu acaba?
Her şey farklı idi burada; çünkü burası şehirdi. O ilk günkü geçtiğim
yollardan daha sonra tekrar geçtiğimde ilk geçtiğim yolları tanıyamaz
olmuştum. Zira o ilk geçtiğim yollar o zaman bana kuzey - güney
yönlerinde iken sonraları sıkça geçtiğim yollar, doğu-batı yönlerine
bakıyordu. İşte başta gelen farklılıklardan biriydi bunlar... Babam
ve dayımla birlikte "kursa" kayıt için gerekli evrakları
hazırlarken, yolda, üç tekerlekli masanın üstünde turşu gibi bir
şeyler satılıyordu... Tabiî bu satılanların ne olduğunu tam olarak
bilmiyordum... "Ben de isterem." anlamında bir istekte
bulundum babamdan. Babam, o zaman o "turşu"dan aldı. Satıcı
amca, bardağa "turşu" suyundan doldurdu sonra bardağın
içine bir de "salatalık" dilimlerinden birkaç tane ilâve
etti. Çünkü biz o zamanlar "salatalık"a, "hıyar"
derdik; sanıyorum, Anadolu'nun pek çok yerinde bu sebzeye bizim
söylediğimiz gibi söylüyorlardı kimbilir... Denizli'nin eylül sıcağında bir aşağı bir yukarı giderek yollarda
izlerimizi bırakarak, yol asfalt olsa bile, "kurs"a kayıt
için gerekli evrakları hazırlayıp onları teslim ettik ve ben "artık
Denizli'de okumaya" başlamış oldum böylece... Hayat ne güzeldir
acılarıyla tatlılarıyla... İlk defa olarak, anneden ve babadan ayrı
kalmanın huznu bu arada hissedilmeye ve ben dahi onu hissetmeye
başlamıştım. Denizli'de ikamet etmekte olan Dayılarım vardı bir
deTeyzem... Hafta sonlarında onların yanına gidiyor bir nebze olsun
aile hasretini gidermeye çalışıyor, onlarda teselli buluyordum.
Haftada "on lira" harçlık alırdım onlardan, sonra babamdan
alınmak üzere... Gerçi, zekat ve sadakalarını burada anmadan geçemeyeceğim;
geçmiş olsam zaten nankörlük olurdu. Bir yıl boyunca "kurs"a devam ettim ve pekiyi derece
ile "Kurs Bitirme Diploması" nı aldım, muhterem hocam
M.Hanefi Taşkın Beyefendi, benim hafızlığa çalışmam gerektiğini
ve bu sebeple on beş gün sonra tekrar "kurs"a gelmemi
söyledi. Benim ise gönlüm bu yönde değildi, gerçi başka bir yönde
biliyor değildim. Neyse iki ay kadar, "hafızlık" çalışması,
iyi bir netice vermedi ezberlerimi yapamadım. Eylül ayına yaklaştığımız
günlerdi... Kurs'un aşçısı, "merhum" Mehmet Can "amca"
bu işi götüremeyeceksem İmam Hatip Lisesi'ne yazılmamı ve bunda
da yardımcı olacağını söyledi. Ben de teklife sıcak baktım ve Ortaokula
kaydım yapılmış oldu. Tabiî, bu olanlardan babamın ve dayılarımın
haberleri yoktu. Mehmet Can "amca" onları iyi tanıdığı
için bir problem çıkmazdı nasıl olsa... Neyse "büyük"
dayım, biraz kırıldığını ima etse de işlemler tamamlanmıştı zaten.
Sonra babam da köyden geldi, birlikte geziyoruz; hiç aklımdan çıkmaz
hâlâ, "Kendi elinle bir sürü dersin içine girdin!" dedi
babam bana... Bir başka zaman, şu anda iyi hatırlıyorum, yedi sene gözümün önüne
bir anda aşılması çok zor, bir koca dağ gibi geldi... Ama heyhat,
bugün, o yedi yılın üzerinden bir yedi yıl ve artı bir yedi yıl
daha geçmiş.... Ne de çabuk geçmiş değil mi.... SABRETMENİN KAZANDIRDIĞI MUKÂFATLAR
1981-82 Öğretim yılı, benim lise hayatıma başladığım bir öğretim
yılı. Bir önceki sene teyzemgillerde kalmıştım. Bu sene farklı olmalıydı;
bir başkasının üzerine yük olmak istemiyordum. Dayımın görev yaptığı
mabedin evlerinden birinde kalmaya karar verdim. O mabedde de fahri
olarak görev yapan bir muezzin vardı; ben de onun yanında kalabilirdim.
Bu sebeple kira meselesi de ortadan kalkmış olurdu. Tam da düşündüğüm
gibi olaylar gerçekleşti; ben, mabedin yakınındaki evlerde, o mabedde
fahri olark görev yapan Metin abi ile beraber kalmaya başladık.
O da öğrenci ben de öğrenci idik. O bizden iki sınıf daha önde idi
ve ben birçok sorumu, ders konusunda, ona danışmışımdır. Onu şükranla
anıyorum, şu anda nerededir, hangi görevdedir bilemiyorum. Üç dört ay kadar beraber kaldık, ocak ayının ilk günleriydi ve
dolayısıyla da yeni bir yıla girmiş olduğumuz günlerdi... Birgün
Müdür Yardımcısı öğretmenimiz, sınıfa geldi ve "Vakıflar Yurdu'na
girmek isteyen var mı?" diye sordu. Ben de önceden yatılılık
hayatına alışkın olduğum için hemen parmağımı kaldırdım ve "Ben
istiyorum." dedim. Benimle birlikte aynı sınıftan ve aynı ilçeden
diğer arkadaş da parmak kaldırarak Vakıflar Yurdu'na girmek istediğini
belirtti. Sonra teneffüste biz Müdür Başyardımcısı Öğretmenimizin
yanına gittik, o bize neler yapmamız lazım onları söyledi ve öğleden
sonra Vakıflar Yurdu'nun Müdürü ile görüşmemizi tenbihledikten sonra
biz gittik. Yur Müdürü, bizi odasına aldı, güzel de "mandolin"
çalardı, musikişinastı yani. Bugünden sonra bizim öğrencimizsiniz,
hayırlı olsun, eşyalarınızı getirip bir an önce yerleşin dedi. Dört yılım Vakıflar Yurdu'nda geçti; Allah, hayır yapanların cümlesini
Cennetine alsın, mağfiret eylesin. Son sınıfta iken, Yurt Kütüphanesi
Başkanlığını yürüttüm. Kitaplarını zamanında getirmeyenlerden o
zamanın parası ile ilk günü için on lira, artı her gün için beş
lira ceza alırdım. Bu, biriken paralarla kütüphaneye epey kitap
kazandırmışımdır. O zaman, yani lise sonda iken Yurt Müdürü'müz,
Selahattin Güneş Bey idi. O yıl, arkadaşlarımın, ödevlerini rahat
yapmalarını sağlamak için, "Hayat Ansiklopedisi"ni biraz
biriken paralarla, biraz da arkadaşlardan beşer onar lira toplayarak
satın aldık. Kütüphane sanırım benden sonraki arkadaşlarımızla daha da zenginleştirilmiştir.. Bu arada Ambar Memuru'muz Fevzi Ağabey'i de unutmamalıyım, aşçı
Yaşar, bekçi Abdurrahman Ağabeyleri de tabii ki... Servisci Cemil
de sürekli bağırır dururdu, herkes sırasına girsin diye... Aslında çok güzel günlerim geçti Denizli Vakıflar Yurdu'nda. Denizlispor'un
ilk defa birinci lige çıkışını ve o yılın maçlarını hep yurttan
seyrettik. Yatakhaneden seyrederdik birinci yarısını. İkinci yarının
ortalarına doğru kapılar açılırdı zaten. Biz de hücum ederdik içeriye,
değme gitsin, maçı seyrederdik doyasıya. Mutluyduk da ... Bize bu
imkânları sağlayan devletimizden ve hayır ve hasenat sahiplerinden
Allah razı olsun diyorum... Son sınıf, malum universiteye adım adım yaklaşılan yıllar... Sırf
dersaneye gitmedim dememek için OSS hızlı devre kurslarına katıldım
İzmir'de. ÖYS'ye gerçek anlamda hazırlandım diyemem. Ama gitmek
varmış, Erzurum yaylalarına, sularını içmek varmış Cennet Çeşmeleri'nin.
Çifte Minare Medresesi'ni gezmek varmış ne diyelim gayri... Palandöken
eteklerinde okumak varmış... Kazandığım haberini, ablamın merhum
kayın babası İbrahim amca getirmişti, mekânı Cennet olsun!, duyar
duymaz içimde bir cız sesi duydum. Çünkü Erzurum çok ama çok uzak
gelmişti o an bana... Neyse ki başka çaremiz yoktu zaten. Buna da
şükretmeliydik ... Dörtte birin içine dahil olmuş yani... Ver elini Erzurum, haydi uğurlar ola, selametle.... DENİZLİ İLİNDEN DADAŞLAR DİYARI ERZURUM'A YOLCULUKLAR
Hayatın büyük temellerinin atılmaya başlandığı yıllardır bu yıllar...
Çünkü, bundan sonraki ömrümüz bu minval üzre geçecektir... Bu dört
yıl içerisinde, toplumun hangi katmanından olacağına karar verir
insanoğlu. Dört yıl geçer, ama bu dört yılın sonrasında kimi öğretmen,
kimi hukukçu, kimi mühendis olur, kimisi de daha devam eder öğrencilik
yıllarına zira doktor olmaya niyet etmiştir... Gerçekte iki tür
doktor vardır: Birincisi, insanın maddi sağlığıyla ilgili, İkincisi,
kişinin ruh sağlığıyla ilgili. İnsan, çoğu defa doktorların birincisine
gider ama ikincisini ihmal eder... Hâlbuki, ruhu hasta olan insanlar, sağlıklı yaşasalar bile, en
sağlıksız insanlardandır. Birinci yılımda tüm dersleri geçtim, ikinci yılım da öyle oldu...
Üçüncü sınıfta iken yani Beşinci dönemin sınavlarında iken, üzücü
bir olay yaşadım: Evet, ilk günkü gibi hatırlıyorum, zaten unutmam
mümkün değil o anı... Orta Türkçe dersinin finalinde soruları cevaplandırıyordum.
Yazdım yazdım... bir ara başımı kaldırmıştım normal bir şekilde...
Önümdeki sırada kızlardan Nurdane adında bir arkadaşımız vardı...
O arkadaşın kâğıdı, kâğıt olarak gözüme ilişmişti, ama o kâğıttan
ne bir cümle ne bir kelime ne de bir harf görmemiştim. Dedim ya
sadece kâğıt olarak görmüştüm... Hemen, kürsüden gelerek kâğıdıma
"-20" yazıvermesin mi sayın Recep Toparlı hocamız... Ben,
ses vermeye kalmadan, işaretledi kâğıdımı... Dersten sonra hocamıza
gittim, böyle bir niyetimin dahi olmadığını söylesem de kâr etmedi
sözlerim... O gün ve daha sonraki günlerde gözyaşlarım bu olaydan
ötürü hep akmıştır... Bir kelimecik bile yazmış olsa idim, gözümden
bir damla bile akmazdı hâlbuki... Haksızlıktı bu, buna dayanamazdım...ve
dayanamadım da... Ertesi gün yine aynı Hocamızdan aldığımız Türk
Dili Tarihi adlı ders vardı ama o sınava zaten moralimiz sıfır olarak
girmiş olduğumdan, o dersten de bütünlemeye kaldım. Bütünlemede yine iki ders üst üste geldi. Orta Türkçe dersinden
geçtim ama, Üniversite hayatımın tekrara kalan tek dersidir Türk
Dili Tarihi... Tabii ki haksızlıklardan dolayı düştüm bu durumlara...
Yoksa, tekrara hiç gerek kalmadan geçecektim, geçmiş olacaktım tüm
derslerden Fakülte boyunca.. Dördüncü yılımızda fakülteden Haziran ayının son günlerinde diplomamızı
almıştık, buruk bir sevinçle... "Buruk" deyişim şundandı:
Sadece 25-30 yıl için mi okumuştuk bunca yılı... gibi düşünceler
sarıverdi aniden. Neyse ki onu da çabuk atlatıp ver elini Diyarbakır
dedik... Sesim, sınıfa girdiğimde titrek titrek çıkmağa başlamıştı....
|